Cehennem, insan yüreğinde sevginin bittiği yerdir…
Dostoyevski
Bizde hala doğru dürüst yok ama bu hiç ileri gitmiyoruz anlamı barındırmıyor içinde tabi ki. Çünkü hiç olmadığı zamanlar da çok uzaklarda değil. O zamanlarda afedersin Yahudinin biri doğar Avusturya’da. Okur ve doktor olur. Çok şanslı bir çocuktur ki hem Adler’in hem de Freud’dun öğrencisi olur. Benim için boynuz kulağı geçer deyiminin dünyadaki en güzel örneğini oluşturmuş taa o yıllarda. Biraz daha okur ve iki dalda profesör olur. Cidden biraz değil çok fazla abartır yani. Bütün şansını hocalarıyla karşılaşmakta kullanmış sayacak ki hayat, sonra onu Hitler’in toplama kamplarına götürür diğer yahudilerle birlikte. Hem psikiyatri hem nöroloji profesörü olmasına biraz da tamamen mucizevi rastlantıların eklenmesi sonucu toplama kamplarının dağılmasına kadar yaşar o kamplarda karısının hangi kampta yaşadığını bilmeden. Hitler yenilip toplama kampları dağılınca özgürlüğüne kavuşup çalışmalarına devam eder üniversitelerde. Anlatılacak bir ömür yaşattığı için ona hayat, o da herkesin yaptığı gibi otobiyografisini yazar sonradan. Toplama kamplarında geçirdiği dönemdeki dayanma gücünü şöyle anlatır kitabında. Aslında onun dayanma gücü tam da sevginin gücüdür işte..:
Hayatımda ilk defa birçok ozanın söylediği, onca düşünürün nihai bilgelik olarak öne sürdüğü gerçeği gördüm. Gerçek şuydu; sevgi insanın ulaşabileceği en yüksek ve en büyük hedefti. O anda, insan şiirinin, insan düşünce ve inancının ayırt ettiği en büyük sırra haiz oldum: İnsanın kurtuluşu sevgiyle ve sevgidedir. Elinde hiçbir şeyi kalmamış bir insanın dahi, kısacık bir an bile olsa, sevdiğine ilişkin düşüncelerden nasıl mutluluk duyabileceğini anladım. İnsanın, kendini olumlu eylemle ifade edemediği ve tek yapabileceğinin çektiği acılara doğru bir yolla (onurlu bir yol) katlanmak olabileceği mutlak ıssızlık durumundaki birinin, sevdiğine dair içinde taşıdığı imgeye sığınarak tatmin olabileceğini gördüm.
Zihnim hala karımın imgesine tutunuyordu. Aklımdan bir şey geçti: Hala hayatta olup olmadığını bile bilmiyordum. Artık çok iyi öğrendiğim tek bir şey biliyordum: Sevgi fiziksel bir varlık olarak, sevilen kişiden çok daha öteye gidiyordu. En derin anlamını tinsel varlıkta, iç benlikte buluyordu. Onun gerçekten var olup olmadığı, yaşayıp yaşamadığı önemini bir ölçüde yitiriyordu…
Karımın hayatta olup olmadığını bilmiyordum ve öğrenmemin hiçbir yolu yoktu (tutsaklık hayatım boyunca mektup almak ve göndermek mümkün olmadı) ancak o sırada bunun bir önemi kalmamıştı. Bilmem gerekmiyordu; hiçbir şey benim sevgimin gücüne, düşüncelerime ve sevdiğimin imgesine dokunamadı. O sırada, karımın öldüğünü bilseydim sanırım bu bilgiden etkilenmeden kendimi yine onun imgesine verirdim ve onunla zihinsel olarak konuşmam da yine o kadar tatmin edici olurdu. “Beni kalbinde bir mühür gibi taşı, sevgi ölüm kadar güçlüdür.”
Sevginin gücünü anlatmak kolay, üstelik başkasının ağzından anlatınca daha da kolay oluyor. Yalnız bir şey var ki onu hiç anlatamıyoruz işte yerli ve milli vatansever din kardeşlerimize. Gelin onu da başkasının ağzından anlatmayı deneyelim. Belki olur. Otobiyografiden sonra ikinci bölümün başlığı aynı zamanda kitabın da adı. İnsanın Anlam Arayışı. Viktor Emil Frankl’ın bu kitabını okursanız benim gördüklerimden çok daha fazlasını görebilirsiniz….
Müthiş zorluklara dayanan, hiç yılmayan ezilmeyen pes etmeyen yenilmeyen bu adam kitabının sonlarına doğru bir kavramı anlatırken şöyle bir örnek veriyor:
Üstanlam kavramını es geçen bir psikiyatr, eninde sonunda hastalarına karşı mahçup olacaktır. Tıpkı altı yaşındaki kızımın beni şu soruyla utandırması gibi: “Neden Tanrı’nın iyi olduğunu söylüyoruz..?” Ona demiştim ki: “Birkaç hafta önce kızamık geçirdin ve tanrı iyi olduğu için seni tamamen iyileştirdi.” Küçük kız bu cevaptan memnun olmadı: “İyi de baba unutma ki bana kızamığı gönderen de oydu..”
Bazen sonucu okuyucuya bırakmak güzeldir…
Yalnız, siz sevmeyi bırakmayın.
Sevginizin bitmemesi ve dünyanın tamamen cehenneme dönmemesi için elinizden gelmeyenleri bile yapın lütfen…
Sevgiyle...