Agop Dilaçar kimdi ?
Agop Martayan, Robert Kolej’i, New York Bilim Ödülü alarak bitirdiği hafta askere alınmış, yedek subay olarak önce Diyarbakır’a, sonra Kafkas Cephesi’ne gönderilmişti. Büyük kahramanlıklar gösterdiği cephede yaralandı ve madalyayla ödüllendirildi. Daha sonra da, azınlık subaylarına yönelik önlemler çerçevesinde Güney Cephesi’ne gönderildi.
Halep’e asker gözetiminde varan Agop otele giderken yolda tutsak İngiliz askerlerle karşılaştı. Hint bir albay Agop’a, salçalı yemekleri yiyemediklerini, kendilerine kuru gıdalar verilmesini söyledi ve ondan, bu isteğini Türkçe’ye çevirmesini istedi. Agop, tutsak Hint albayın bu isteğini yerine getirdikten sonra gittiği otelde gece yarısı, “casusluk yaptığı” suçlamasıyla gözaltına alındı. Komutana hesap vermek üzere iki asker gözetiminde Şam’daki birliğine gönderildi. Şam’da huzuruna çıkarıldığı komutan Mustafa Kemâl idi.
Mustafa Kemâl, Agop’la ilgili raporu okuduktan sonra, biraz hayranlıkla, biraz da merakla “Nasıl oldu da kaçmadın, kolaylıkla kaçabilirdin”... diye sordu. Agop, Kafkas Cephesi’nde aldığı madalyasını işaret etti: “Bu vatan için kan dökmüşüm, bu madalya sahte değildir” dedi ve ekledi, “Kafkas Cephesi’nden kaçmayan herhâlde Şam sokaklarından kaçacak değildir. Emir buyurun süngüyü çıkarsınlar” dedi ve Askere “süngüyü çıkar” buyruğu veren Mustafa Kemâl, genç subaya bir öğüt verdi:
“Halep’te seni tutuklayan komutanını kötülüyorsun ama o haklıydı” dedi. “Seni de anlıyorum... Gençsin, yedek subaysın, daha askerî kanunları okumamışsın, bilmiyorsun. Şunu bilmelisin ki, tutsaklarla temâs etmek yasaktır”. Mustafa Kemâl, Agop’un yanında taşıdığı kitabı gördü ve ilgilendi. Lâtin harfleriyle yazılı Türkçe’yi ilk kez o kitapta görüyordu.
Agop’a, tabancasını, belgesini verdi ve “Şam'ı biliyor musun” diye sordu. Agop “Şam’ı çok iyi bilirim” deyince Mustafa Kemâl ona bu kez, özel bir izin verdi: “O hâlde git, şehri biraz gez, ondan sonra gel” dedi. Agop’un belgesi elindeydi. İstese, bu belgeyle firar edebilirdi. Tam kapıdan çıkarken, Mustafa Kemâl onu geri çağırdı: “Gel bakalım senin üstün başın perişan” dedi. “Bu perişan giysilerle Şam’ı gezmek olmaz”. Cebinden kartını çıkardı, bir not yazdı, kartı Agop’a uzattı ve gerekli yere vermesini söyledi. Kartta “Bu mülâzım efendiyi giydiriniz ve tabldotumuza dâhil ediniz” yazıyordu.
Aradan yıllar geçti. Sofya Üniversitesi’nde çalışan Agop adlı bir bilim adamının, İstanbul’da yayımlanan Ermenice Arevelk gazetesinde “Türk Yazıtlarının 1200. Yıldönümü” başlıklı bir yazı dizisi yayımlandı. Bu yazı dizisi, dil devrimi hazırlıkları içinde olan Mustafa Kemâl'in dikkatini çekti. Yazıları okudukça, yazarının kendisine hiç de yabancı gelmediğini duyumsadı. Yıllar önce Şam’da câsus diye karşısına getirilen Ermeni yedek subayı geldi gözlerinin önüne. Yazarın fotoğrafını görmek istedi.
Eşinin annesinin evini bilen bir kişi gitti, oradan aldığı Agop’un bir fotoğrafını getirdi. Mustafa Kemâl, fotoğraftaki Agop’u hemen tanıdı “Bu Agop, Şam’da bana casus diye getirilen Agop’un ta kendisi” dedi ve onun adını, 1. Dil Kurultayı’na katılacak bilim adamları listesine yazdırdı (1932).
Mustafa Kemâl’in çağrısı üzerine Sofya’dan gelen Agop ve karısı, İstanbul’da çiçeklerle karşılandı. Zaman yitirilmeden Agop, Dolmabahçe Sarayı’na götürüldü. Mustafa Kemâl, yıllar sonra görüştüğü Agop’a hak ettiği konumu sağladı. Onun danışmanı, sözcüsü ve eserlerini düzenleyen biri oldu. Dil konusunda yoğun tartışmaların yapıldığı anlarda yanı başlarında duran karatahtanın önünde açıklamaları hep Agop yaptı.
1. Kurultay’da “Türk, Sümer ve Hint dilleri arasındaki râbıtalar”, ikincisinde “Türk paleoetimolojisi” konulu bildirilerini sundu.
Bu sebeple soyadı devrimi ile birlikte Atatürk “dil konularını açıklar” anlamında ona Dilâçar soyadını verdi. Ölüm döşeğindeyken Atatürk’ün görmek istediği kişilerin başında Agop Dilâçar geliyordu.
Atatürk çok ağır hastaydı. Ona bir vasiyette bulundu “Arkadaşlara selâm... Sakın... Dil çalışmalarını... Gevşetmeyiniz...” dedi. Agop Dilâçar bütün hayatını, Atatürk’ün bu vasiyetini yerine getirmek için çalışarak değerlendirdi. Agop Dilâçar, kurumdaki çalışmalarını Türkçe’nin, Türk lehçelerinin tarihsî inkişâfı üzerinde yoğunlaştırmıştır. Ayrıca 1942-1968 yılları arasında Türk ansiklopedisi çalışmalarını başdanışman olarak yürütmüştür. Onun için, Türkçe’yi eski güzellikleriyle tanıtma, özleştirerek geliştirme yolundaki çalışmaları bir Atatürk ödeviydi. Özellikle yabancı terimlerin Türkçeleştirilmesi konusunda özenle duruyordu. Türkçe’nin ilk terim sözlük ve kılavuzlarının hazırlanmasıyla başlayan değerli katkıları diğer bilim terimleri sözlükleriyle de sürmüştür.
Agop Dilâçar Türkçe için şöyle düşünürdü:
“Türkçe’deki duygu ve düşüncenin en ince ayırtlarını belirtebilme, ses ve şekil öğelerini baştan sona dek düzenli ve uyumlu olan bir sisteme göre bağdaştırıp dizileme gücü, insan zekâsının dilde gerçekleşen bir başarısı olarak belirir” ve bununla birlikte, ona göre “Türkçe sözdizimi, birçok Batı dillerine göre çok kıvraktır. Çünkü kelime sırasını yönlendiren yalnızca mantık olduğu için, anlama göre sözcük sırası değişebilir ve bu Türkçe’de kolaylıkla kullanılır. Bu kıvraklık birçok çağdaş dillerde yoktur” derdi.
Semih Eryıldız alıntı.