Hannah Arendt: Totalitarizmin kökenleri
Hannah Arendt, insanlar düşünmeyi bıraktıklarında ne olacağını biliyordu. Kötüleştiklerinde değil, inandıklarında değil, gerçeği yalandan ayırt etmeyi bıraktıklarında değil.
1906'da Hannover'de doğan Arendt, Yahudiydi. Nazilerden kaçtı, Fransa'da yaşadı, orada tutuklandı ve sonunda ABD'ye sığındı. Hayatta kaldı ama gördüklerini asla unutmadı: eğitimli ve kültürlü bir halkın nasıl karanlığa gömülebileceğini. Ve böyle bir şeyin nasıl mümkün olduğunu anlamak istiyordu. 1951'de en önemli eseri "Totalitarizmin Kökenleri"ni yayınladı. Bu eserde, bugün bile hala korkutucu derecede güncelliğini koruyan bir şey yazdı "Totaliter yönetimin ideal öznesi, inanmış bir Nazi veya inanmış bir Komünist değil, gerçek ile kurgu, doğru ile yanlış arasındaki ayrımın artık var olmadığı insanlardır."
Bunu iki kez okuyun.
Totaliter iktidarın amacı insanları inandırmak değil, hiçbir şeye inanmayana kadar şüpheye düşürmeye çalışmaktır. Her şey eşit derecede doğru ve eşit derecede yanlış göründüğünde, her haber bir görüşe dönüştüğünde, kime güveneceğinizi artık bilemediğinizde, pes edersiniz. Yorulursunuz. Alaycı. Kayıtsız olursunuz.
Ve Arendt'in korktuğu şey tam da burada başlar: Artık neyin gerçek olduğunu bilmediği için düşünmeyi bırakan bir toplum. Daha sonraki "Gerçek ve Politika" (1967) adlı makalesinde, yalanların yalnızca yanlış hikâyeler yaymadığını, daha derin bir şeyi yok ettiğini açıklamıştır: Gerçeğin olasılığına olan güveni. Her gerçek inkâr edildiğinde, her argüman "haklı görüş" olduğunda, gerçek gücünü kaybeder. Ve bununla birlikte adalet, ahlak ve onur da yok olur.
Arendt bunu 1930'larda şöyle görmüştü:
Naziler sadece yalan söylemekle kalmadı; dünyayı o kadar çok yalanla boğdular ki, insanlar sonunda gerçeği aramayı bıraktılar. Kötü niyetten değil, bitkinlikten. Bunu suçlamak için değil, bir uyarı olarak yazdı. Çünkü biliyordu: Bu her yerde olabilir. Başlangıçta tanklarla değil, düşüncelerimizin yavaş yavaş aşınmasıyla "Zaten kimseye güvenemezsin" veya "Herkes yalan söylüyor" gibi ifadelerle.Arendt'e göre tam o anda, "yargı gücünün yok oluşu" dediği şey başlar ve bu, herhangi bir propagandadan daha tehlikelidir.
Peki ne yapılabilir?
Arendt, panzehirin düşünmek olduğuna inanıyordu. Fikirlerin toplanması, sloganların tekrarlanması değil, gerçek ve bağımsız düşünce.Soru sormak. Çelişkilere katlanmak. Merak etmekten asla vazgeçmemek. Şunu yazdı "En radikal devrimci bile devrimden sonraki gün muhafazakâr olacaktır" Bununla şunu kastediyordu: Eleştirel düşünmeyi bırakan kişi -sevdiği veya inandığı şeyler hakkında bile olsa- çoktan kaybetmiştir. Totalitarizm sessizce başlar. Şiddetle değil, yorgunlukla. Sadece başka tarafa bakma isteğiyle.
Hannah Arendt, 1975'te New York'ta öldü.
Yine de sesi bugün her zamankinden daha yüksek: Düşünme kapasitenizi koruyun. Soru sorun. İnceleyin. Fark edin. Gerçeği umursamayı bıraktığınız an, önemli olan her şeyi kaybedersiniz........