Günümüz devleti talan eden şerefsizler aksine ...
11 Haziran 1937 son TRabzon ziyaretinde, Başbakanlığa çektiği telgrafla mal varlığını “Hazineye yani millete bağışladığını'' bildiren Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu varlığımız sebebi aziz Atatürk yalnızca 57 yıl yaşadı; ancak aramızdan ayrıldığı günden bu yana geçen onca yıl, milletin ona duyduğu sevgi ve saygıyı eksiltmek yerine büyüttü “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır; ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır” sözü, bıraktığı mirasın ve mücadele azminin özlü ifadesi olarak hafızalarda yerini aldı.
Zorlu Başlangıçlar: Gençlik ve İlk Hastalıklar
Atatürk’ün hayatı, yatılı okullardan cephelere uzanan bir mücadele çizgisiydi. Fiziksel şartların ağır olduğu bu yaşam, ona erken yaşta sağlık sınavları getirdi. Manastır Askerî İdadisi’nde henüz 15 yaşındayken yakalandığı sıtma, aylarca süren yüksek ateş ve bitkinlikle sonuçlandı. 1909’da Gülhane Hastanesi’ne kısa bir yatış, 1911’de Trablus öncesi at çarpmasıyla yaşadığı yaralanma ve İskenderiye’deki tedavi bu zorluğun küçük örnekleriydi.
Çölün İçinden Geçen Azim
Söylemesi kolay “Mustafa Kemal Trablus’a gitti” cümlesi, çoğu zaman arkasındaki çileyi görünmez kılar. Oysa İngiliz kontrolündeki Mısır’ın boydan boya geçilmesi, bedevî kıyafetleriyle deve sırtında ve yürüyerek 55 derece sıcaklık ile gece soğuğu arasında 657 kilometrelik bir çöl yolculuğu demekti. Kum fırtınaları, kıt imkânlar ve sahra şartları içinde geçen bu sekiz gün, bir filme sığmayacak kadar güçlü bir iradenin özetiydi. Derne’de çatışmalar sırasında şarapnelin sıçrattığı kireç taşı parçaları sol gözüne isabet etti; günlerce süren ağrılar, görme kaybı riski ve sahra koşullarında zor tedaviler… Nihayet Viyana’da Prof. Ernst Fuchs tarafından ameliyat edilerek gözündeki tehlike kontrol altına alındı.
Çanakkale: Saatin Kırıldığı An ve Direncin Adı
1915’te Conkbayırı’nda şarapnel parçasının göğsüne isabet etmesi, cebindeki saati parçalarken onu ölümcül bir yaralanmadan korudu. Yağmur, soğuk ve bitmeyen çatışmalar arasında nükseden sıtma ve ağır üşütme, yine sahra koşullarında tedavi edilmeye çalışıldı. Buna karşın cepheden ayrılmayı reddetti; moralin ve liderliğin cephedeki asker için ne denli yaşamsal olduğunu her davranışıyla gösterdi.
TBMM Günleri ve Bitmeyen Ağrılar
23 Nisan 1920’ye giden süreçte böbrek sancıları, sürekli baş gösteren ağrılar, sıcak suyla yapılan kısıtlı imkânlı banyolar ve geceleri mecliste geçen uzun saatler… Yakup Kadri’nin satırlarında anlatılan bu günler, devletin kurucu iradesinin yalnız politik kararlılıkla değil, aynı zamanda bedensel dirençle de ayakta kaldığını gösterir. 1921 Sakarya öncesi attan düşerek kırılan kaburgaları, bandajlarla sarılı halde cepheye dönüşü ve savaşın sevk ve idaresini sürdürmesi, o iradenin en çarpıcı sahneleridir.
Cumhuriyetin Eşiğinde: Yorgun Bir Beden, Kararlı Bir Zihin
29 Ekim 1923’te cumhuriyet ilan edildiğinde, yılların yıpranması bedeninde izler bırakmıştı. Uzun savaş dönemlerinin getirdiği diş ve böbrek sorunları, zamanla kalp spazmları ve burun kanamalarıyla birleşti. Buna rağmen çalışma temposu azalmadı; devletin kurumları, eğitim ve hukuk reformları, iktisadi hamleler birbiri ardına geldi.
Çiftlikler, Fabrikalar ve Bir Vizyonun Adı
Atatürk’ün kurduğu çiftlikler yalnız tarımsal üretim alanları değildi; aynı zamanda birer modernleşme ve kalkınma laboratuvarıydı. Orman Çiftliği’nden Yalova, Silifke, Tarsus ve Dörtyol’a uzanan ağ; fidanlıklar, bağlar, zeytinlikler, portakal bahçeleri; süt, yoğurt, peynir, malt, gazoz ve zirai alet fabrikaları; sulama tesisleri, mandıralar, depolar ve satış noktalarıyla bütünlüklü bir “üretim–sanayi–pazarlama” döngüsü kurdu. Gelirler yeniden yatırımlara aktarıldı; ölçeğin sembolik tarafı kadar yöntem ve vizyonu da kalıcı oldu.
Haziran 1937’de, Trabzon’dan gönderdiği resmî yazıyla taşınmazlarını Hazine’ye bağışladı. Kurtuluş Savaşı’ndan arta kalan meblağlarla kurulan İş Bankası’ndaki hisselerden doğan gelirler de Cumhuriyet’in kültür kurumlarına yönlendirilecekti. Bu tutum, kişisel servet biriktirmek yerine kurumsal kalıcılığı önceleyen bir devlet adamlığı dersiydi.
Hastalığın Gölgesi: Geç Koyulan Teşhis, Uzun Tedaviler
1936’dan itibaren bacaklarda kaşıntı, burun kanamaları ve yorgunluk artmaya başladı. 1938 başında Yalova’da Dr. Nihat Reşat Belger karaciğerde büyüme ve sertleşmeyi saptadı. Ardından gelen yerli–yabancı hekimlerin teşhisleri siroza işaret ediyordu. Dönemin imkânlarıyla diyet, maden suyu ve destekleyici tedaviler denense de hastalık hızla ilerledi. Yaz sıcağında artan sıkıntılar nedeniyle Dolmabahçe’ye taşındı. Karnında biriken sıvılar defalarca boşaltıldı. Yine de metanetini, çevresine moral verme alışkanlığını bırakmadı. Doktorların yasakladığı yiyecekleri istediği anlar oldu; son iştahla yiyebildiği yemeğin fırın makarna olduğu hatırlanır.
Vasiyet ve Kurumsal Miras
4–6 Eylül 1938’de vasiyetnamesini hazırladı. Nakit ve hisse senetlerinin nemasının, şartlı olarak yakınlarına ve özellikle Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumu’na tahsis edilmesini öngördü; İş Bankası’ndaki uygulamaların sürmesini istedi. Bu vasiyet, devletin kültür ve bilim kurumlarını sürekli bir finansal kaynakla destekleyen özgün bir model kurdu.
Son Günler ve Ayrılış
Ekim sonu–Kasım başında iştah büsbütün kayboldu; günler, küçük yudumlar ve birkaç kaşık püreyle geçti. 10 Kasım 1938 Perşembe sabahı, saat 09.05’te Dolmabahçe Sarayı’nda hayata veda etti. 57 yıllık ömrü, bir milletin var olma kavgasını zaferle taçlandırdığı gibi, modern bir cumhuriyetin kurumlarını, hukukunu, eğitimini ve üretim altyapısını da kurarak tamamlandı.
Sessiz ve Büyük Bir Tecrübenin Ardından
Varlığımız sebebi Atatürk’ün hayat hikâyesi, savaş meydanlarındaki kahramanlıklardan ibaret değildir; sahra hastaneleri, geç kalmış tedaviler, sabaha kadar süren meclis oturumları ve kırık kaburgayla bile sürdürülen bir liderlik ısrarıdır. Vizyoner ekonomi ve tarım hamleleri, kültür ve bilim kurumlarına bırakılan kalıcı miras ve kişisel hayatında tercih ettiği sade duruş, bugün hâlâ yol gösteren bir pusula niteliğindedir.
Bizi BİZ yapan ONBİNLERCE YILLIK TÜRK TARİHİNİN EN BÜYÜK DEHASI, 10 Kasım’da, sadece bir vedayı değil, aynı zamanda bir başlangıcı da hatırlarız: Kişilerden bağımsız, hiçbirinin anası ne Türjk - nede müslüman olmayan, saraylarında haremleri yanında İÇOĞLANLAR bulunduran Osmanlıya - KAPI KULU olmaktansa, yaradanın her bireyine eşitlik ilkesiyle, kurallara ve kurumlara dayalı bir Kutsal Cumhuriyet ideali peşinde ömrünü harcadı. Onun en çok istediği buydu “Eseri Kutsal Cumhuriyet’in yaşaması'' için hayatını verdi.
Bugün o eserin kıymetini bilmek, o kutsal hatırının en sahici biçimde yaşatılmasıdır.


