Mersin escort Bodrum escort Bursa escort

Tuzla russian escort Alanya russian escort Kayseri russian escort Antalya russian escort Diyarbakır russian escort Anadolu yakası russian escort Adana russian escort Ataşehir russian escort Şirinevler russian escort Beylikdüzü russian escort Halkalı russian escort Maltepe russian escort Ümraniye russian escort Samsun russian escort Avcılar russian escort Pendik russian escort Beylikdüzü russian escort Maltepe russian escort Ümraniye russian escort Mersin russian escort Avrupa yakası russian escort Kocaeli russian escort Bodrum russian escort Bakırköy russian escort Kadıköy russian escort İzmir russian escort bayan Beşiktaş russian escort Eskişehir russian escort Bursa russian escort Şişli russian escort Şişli russian escort russian escort İzmir Gaziantep russian escort Ankara russian escort Denizli russian escort Samsun escort kızlar Malatya russian escort İzmir russian escorts Samsun russian escort

Guymak
Sitenin sağında bir giydirme reklam
Ömer Faruk Demirkır
Köşe Yazarı
Ömer Faruk Demirkır
 

Faturası fazla Acı gerçekler

          Hizmet mi, Borç Tuzağı mı? Maaşını verdiğin dokunulmazların - Üretimden Tüketim Ekonomisine Geçişi Ağır ağır okuyun… Çünkü bu yazı bir yüzleşme çağrısıdır. Türkiye’nin son yarım asırlık ekonomik ve siyasi geçmişine baktığımızda, üretim odaklı kalkınma hayalinden nasıl uzaklaşıldığını, millî değerlerin yerini dışa bağımlı politikaların nasıl aldığını açıkça görebiliriz. 1967 yılında Türkiye, bir alüminyum fabrikası kurmak için Amerika’dan teknik yardım ve kredi talebinde bulundu. Ancak ABD, “Siz bir tarım ülkesisiniz. Üretime değil, tarıma devam edin. Sanayi ürünlerini biz veririz” cevabını verdi. Bu yaklaşım, Türkiye’nin kendi ayakları üzerinde durma iradesine doğrudan bir engeldi. Bu yanıt üzerine dönemin Demirel hükümeti, Sovyetler Birliği’ne yöneldi. Ve nihayet, Sovyet teknik desteğiyle 1974 yılında Seydişehir Alüminyum Fabrikası üretime geçti. Bu örnek, dış baskılara rağmen millî üretim kararlılığının bir göstergesiydi. Oysa bugün geldiğimiz noktada bu kararlılıktan eser yok.   Geçmişte Ne Vardı? Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki İnönü dönemi, Erdoğan'ın sıkça eleştirdiği bir dönemdir. Ancak bu dönemde hiçbir dış borç alınmadan, kıt kaynaklarla yüzlerce fabrika kuruldu. Bugün hâlâ faaliyette olan tesislerin en az yarısı, o yıllarda atılan temellerin ürünüdür. Devlet, köprü yapacaksa kendi yapardı. Vatandaş geçerdi. Ücret yoktu, hizmet vardı. Barajlar, yollar, sanayi tesisleri “hizmet odaklı” inşa edilirdi. “Özelleştirme” adı altında yandaşlara kaynak aktarmak gibi bir gaye yoktu.   Bugün Ne Oluyor? Erdoğan döneminde ise tablo bambaşka bir yöne evrildi. Devletin yıllarca emekle kurduğu binlerce tesis, yok pahasına satıldı. Örnek mi? Cumhuriyet döneminde temelleri atılan dokuz şeker fabrikası, toplam 294 milyon dolara özelleştirildi. Ancak sadece bir yıl sonra Türkiye, dışarıdan şeker almak zorunda kaldı. Maliyeti: 340 milyon dolar. Yani dokuz fabrikanın satış bedelinden fazlası, sadece bir yıllık şeker ihtiyacına ödendi. Bu yanlış politikalar sadece şekerle sınırlı değil. Ayçiçek yağı, et, kurbanlık hayvan, saman, buğday… Artık neredeyse her temel ihtiyaç dışarıdan ithal ediliyor. Oysa Erdoğan öncesi Türkiye, kendi kendine yeten nadir ülkelerden biriydi.   Gerçekler Acıdır 2022 Birleşmiş Milletler Gıda Raporu'na göre, Türkiye artık gıda ve beslenme sorunu yaşayan ülkeler arasında. Bebek mamaları zincirleniyor, karpuzlar dilimlenerek satılıyor, domatesler tek tek tartılıyor. Peki ne oldu bize? Erdoğan, sıkça İnönü'yü “ekmeği karneye bağlayan adam” olarak eleştirir. Ancak unuttuğu şey şu: O dönem İkinci Dünya Savaşı’nın ortasıydı. İnönü, ülkeyi savaşa sokmamak için ekonomik tedbirler almıştı. Karne uygulaması bir zorunluluktu ve doğruydu. Bugünkü kriz ise barış döneminde, yanlış politikaların ürünüdür.   DİPLOMASIZ denen Ekonomist "Metro - Havalimanı Yaptı…" mı? Erdoğan’ın en çok savunulan icraatları; yollar, köprüler, tüneller ve havalimanları. Ancak bunlar üretim değil, tüketim yatırımlarıdır. Üstelik bu projeleri de devlet değil, özel şirketler yapıyor. “Yap-işlet-devret” modeliyle inşa edilen bu projelerde devlet, şirketlere garanti gelir sağlıyor. Yani yol ya da havaalanı kullanılmasa bile şirket parasını alıyor. Bu paralar bizim vergilerimizden, halkın cebinden ödeniyor. Örneğin, yılda 10 bin kişinin geçmediği bir havaalanına, 25 yıl boyunca yıllık 2 milyon yolcu garantisi verildi. Farkı devlet ödeyecek. Nereden? Halktan. Bu model, hizmet değil, soygun düzenidir.   Dolarla Savaş mı? Yoksa Dolarla Teslimiyet mi? Erdoğan, sık sık “dolarla savaş açtık” diyor. Ama bu projelerde ödemeler hep dolar üzerinden. Üstelik anlaşmazlık durumlarında Türk mahkemeleri değil, Londra mahkemeleri yetkili. Bu ne demek? Türkiye’nin yargı yetkisi tanınmıyor. Hani millîlik?   Sonuç: Hizmet Değil, Hile Bugün Türkiye, borçla dönen bir ekonomi çarkının içinde. Üreten bir ülke olmaktan uzaklaşmış, tüketen bir topluma dönüşmüş durumda. Metrolar, otoyollar, köprüler göz boyuyor ama bir tek fabrika dahi açılmıyor. Hiçbir sanayi tesisi kurulmuyor. Üretim yok, istihdam yok, plan yok. Ve ne acıdır ki, bütün bunlara rağmen toplumun önemli bir kesimi, hâlâ “dış güçler kıskanıyor” masalına inanıyor.   Son Söz Bu yazı bir çağrıdır. Uyanmak, sorgulamak, anlamak ve sahip çıkmak içindir. Çünkü bizim olanı, bizden çalıyorlar. Anladın mı şimdi? Hizmeti, doları ve yuları… anla DIN MI ? ....@lıntı...      

Faturası fazla Acı gerçekler

 

 

 

 

 

Hizmet mi, Borç Tuzağı mı?

Maaşını verdiğin dokunulmazların - Üretimden Tüketim Ekonomisine Geçişi

Ağır ağır okuyun… Çünkü bu yazı bir yüzleşme çağrısıdır.

Türkiye’nin son yarım asırlık ekonomik ve siyasi geçmişine baktığımızda, üretim odaklı kalkınma hayalinden nasıl uzaklaşıldığını, millî değerlerin yerini dışa bağımlı politikaların nasıl aldığını açıkça görebiliriz.

1967 yılında Türkiye, bir alüminyum fabrikası kurmak için Amerika’dan teknik yardım ve kredi talebinde bulundu. Ancak ABD, “Siz bir tarım ülkesisiniz. Üretime değil, tarıma devam edin. Sanayi ürünlerini biz veririz” cevabını verdi. Bu yaklaşım, Türkiye’nin kendi ayakları üzerinde durma iradesine doğrudan bir engeldi.

Bu yanıt üzerine dönemin Demirel hükümeti, Sovyetler Birliği’ne yöneldi. Ve nihayet, Sovyet teknik desteğiyle 1974 yılında Seydişehir Alüminyum Fabrikası üretime geçti. Bu örnek, dış baskılara rağmen millî üretim kararlılığının bir göstergesiydi.

Oysa bugün geldiğimiz noktada bu kararlılıktan eser yok.

 

Geçmişte Ne Vardı?

Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki İnönü dönemi, Erdoğan'ın sıkça eleştirdiği bir dönemdir. Ancak bu dönemde hiçbir dış borç alınmadan, kıt kaynaklarla yüzlerce fabrika kuruldu. Bugün hâlâ faaliyette olan tesislerin en az yarısı, o yıllarda atılan temellerin ürünüdür.

Devlet, köprü yapacaksa kendi yapardı. Vatandaş geçerdi. Ücret yoktu, hizmet vardı. Barajlar, yollar, sanayi tesisleri “hizmet odaklı” inşa edilirdi. “Özelleştirme” adı altında yandaşlara kaynak aktarmak gibi bir gaye yoktu.

 

Bugün Ne Oluyor?

Erdoğan döneminde ise tablo bambaşka bir yöne evrildi. Devletin yıllarca emekle kurduğu binlerce tesis, yok pahasına satıldı.

Örnek mi? Cumhuriyet döneminde temelleri atılan dokuz şeker fabrikası, toplam 294 milyon dolara özelleştirildi. Ancak sadece bir yıl sonra Türkiye, dışarıdan şeker almak zorunda kaldı. Maliyeti: 340 milyon dolar.

Yani dokuz fabrikanın satış bedelinden fazlası, sadece bir yıllık şeker ihtiyacına ödendi. Bu yanlış politikalar sadece şekerle sınırlı değil. Ayçiçek yağı, et, kurbanlık hayvan, saman, buğday… Artık neredeyse her temel ihtiyaç dışarıdan ithal ediliyor.

Oysa Erdoğan öncesi Türkiye, kendi kendine yeten nadir ülkelerden biriydi.

 

Gerçekler Acıdır

2022 Birleşmiş Milletler Gıda Raporu'na göre, Türkiye artık gıda ve beslenme sorunu yaşayan ülkeler arasında.

Bebek mamaları zincirleniyor, karpuzlar dilimlenerek satılıyor, domatesler tek tek tartılıyor. Peki ne oldu bize?

Erdoğan, sıkça İnönü'yü “ekmeği karneye bağlayan adam” olarak eleştirir. Ancak unuttuğu şey şu: O dönem İkinci Dünya Savaşı’nın ortasıydı. İnönü, ülkeyi savaşa sokmamak için ekonomik tedbirler almıştı. Karne uygulaması bir zorunluluktu ve doğruydu. Bugünkü kriz ise barış döneminde, yanlış politikaların ürünüdür.

 

DİPLOMASIZ denen Ekonomist "Metro - Havalimanı Yaptı…" mı?

Erdoğan’ın en çok savunulan icraatları; yollar, köprüler, tüneller ve havalimanları. Ancak bunlar üretim değil, tüketim yatırımlarıdır. Üstelik bu projeleri de devlet değil, özel şirketler yapıyor.

“Yap-işlet-devret” modeliyle inşa edilen bu projelerde devlet, şirketlere garanti gelir sağlıyor. Yani yol ya da havaalanı kullanılmasa bile şirket parasını alıyor. Bu paralar bizim vergilerimizden, halkın cebinden ödeniyor.

Örneğin, yılda 10 bin kişinin geçmediği bir havaalanına, 25 yıl boyunca yıllık 2 milyon yolcu garantisi verildi. Farkı devlet ödeyecek. Nereden? Halktan.

Bu model, hizmet değil, soygun düzenidir.

 

Dolarla Savaş mı? Yoksa Dolarla Teslimiyet mi?

Erdoğan, sık sık “dolarla savaş açtık” diyor. Ama bu projelerde ödemeler hep dolar üzerinden. Üstelik anlaşmazlık durumlarında Türk mahkemeleri değil, Londra mahkemeleri yetkili.

Bu ne demek? Türkiye’nin yargı yetkisi tanınmıyor. Hani millîlik?

 

Sonuç: Hizmet Değil, Hile

Bugün Türkiye, borçla dönen bir ekonomi çarkının içinde. Üreten bir ülke olmaktan uzaklaşmış, tüketen bir topluma dönüşmüş durumda.

Metrolar, otoyollar, köprüler göz boyuyor ama bir tek fabrika dahi açılmıyor. Hiçbir sanayi tesisi kurulmuyor. Üretim yok, istihdam yok, plan yok.

Ve ne acıdır ki, bütün bunlara rağmen toplumun önemli bir kesimi, hâlâ “dış güçler kıskanıyor” masalına inanıyor.

 

Son Söz

Bu yazı bir çağrıdır. Uyanmak, sorgulamak, anlamak ve sahip çıkmak içindir. Çünkü bizim olanı, bizden çalıyorlar.

Anladın mı şimdi?
Hizmeti, doları ve yuları… anla DIN MI ?

....@lıntı...

 

 

 
Yazıya ifade bırak !
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.