“Kaçan Kazanır”
Bu hafta tımarhanede—yani bizim memleketin akıl almaz hâllerinde—kurguladığım bir yarışma programı var: “Kaçan Kazanır.” Kurallar basit: Yeterince bağlantın varsa yakalanmazsın. Ama o bağlantıyı en güçlü yerden kuracaksın ki soruşturulmayasın. Bir kural daha: Yeterince gariban olanı yarışmaya almıyoruz; gücü kudreti yerinde olacak. Devasa kara paralarla holding kurmuş, akaryakıt ve sigara kaçakçılığı tecrübesi olan, devlet büyüklerinin “rica”sıyla okul, üniversite, televizyon devralan tipler… Bir üretim tesisi mi açılacak? Devlet teşviği için önce onu ararlar; sonra “bizim karakter” devreye girer.
Karakterler renkli olacak; hayırsever sosuna bulanmış “gariban babaları” Amerika’yı dolandırıp yolunu bulanlar, bir bakarsın Merkez Bankası’na yönetici olmuşlar. Oturduğu koltuk için “en iyisi, en parlağı” denir, imzası banknotların üstünde gezer; sonra gün gelir “dolandırıcı” diye anılır. İzleyici “Yok artık!” diyecek ama yarışma tam da bu çelişkiyle yaşayacak: Sarayın gölgesinde ağırlananlar, bir sabah kapılarında polis görünce tepetaklak olurlar. Bölümler ilerledikçe herkes herkesin malına “çökmeye” çalışır. Ben de böyle tipler arıyorum. Yapım aşamasındayım; önerilere açığım. Ama gel gerçek hayata dönelim; çünkü kurgu insanı da yoruyor.
Bir dönem, her pazar Sedat Peker sesi ile uyanırdık “Yaptıklarınız gayretullah’a dokundu; yenileceksiniz.” Yetkili abiler videoları geriden takip etti; dört yıl sonra harekete geçtiler. Cinayetleri, değişen uyuşturucu rotalarını, rüşvete kapışan komisyoncuları dinledik. Dalların odağındaki baş aktörler hep bir “tane” idi; İçişleri bakanı Süleyman Soylu‘nun Ben sigortacılığı severim, policenin kesilmesi hoşuma gider…” ’’poliçenin o iç okşayan sesi hâlâ kulaklarımızda. O sırada Paramount gibi bir otel vardı; türbe gibiydi. Kapısında sıra, ziyaretçisi boldu; gazeteci, savcı bedavaya tatil yapardı. Biz de “Buraya kim çöktü?” diye iz sürerdik.
Oklar, bir dönem hep aynı isimleri gösterdi. Otelin eski sahibi “Sezgin Baran Korkmaz’la Cihan Ekşioğlu otele tankla geldiler” diyordu. “Sezgin Baran Korkmaz kim?” dersen, bir dönemin kudretlilerinden… Hakkındaki dosyayı önceden öğrenip “vın” diye kaçmıştı; onun için de işler tepetaklak olmuştu “Peki operasyonlar şimdi neden?” diye sorarsın: Koltuk kavgası mı, güç yarışı mı? “Bu defa çökene mi çöküyorlar?” diye düşünülebilir ama resmi Adalet Bakanının anlatısı netti: Yargı bağımsızdır, kimseden talimat almaz(!). İşte aynı gerekçeyle bir ikinci dalga daha geldi: Bir dönemin kudretli Can Holding’i. Suçlamalar? “Önemsiz detaylar”: yıllarca gözden kaçabilecek vergi kaçakçılığı, akaryakıt kaçakçılığı, kara para aklama, suç örgütü kurma… Tabii “kaçar” gözlerden. Ama ucun bir başka isme uzandığı söylendi: Cüneyt Zapsu. İddiaya göre bir telefon açıldı, nasıl olduysa iş “hemen” halledildi. Zapsu için önce yakalama kararı çıkmıştı; o sıralar yurt dışındaydı. Siyaseten “en yetkili isimlerle” konuşuldu, deniyor. Sonra savcılığa bir geri dönüş, yakalama kararı kalktı, “bilgi veren tanık” sıfatıyla davet… Hızlı değişen hikâyeler.
Hani “Enseyi karartma” derler ya… Bak: Mıhyettin kaçtı. “Seni salalım” dendiğinde herkes ayağa kalktı “Böyle iş mi olur?” diye ortalık karıştı. Adam “yetenekleri” doğrultusunda devletin sistemlerine sızmış; e-imza kopyalamış, sahte belge üretmiş. Tepkiler artınca “tutuklayalım” dediler ama… Bizim Mıhyettin yine “vın” olunca “Kaçarlarsa kaçsınlar, tarafsız yargının elinden kimse kaçamaz !” denildi. Fakat kötü haber şu: Adam kaçtı. Üç ayrı davada yurt dışı yasağı olan eski THK Üniversitesi Rektörü Ünsal da kaçtı. O da bir dönemin kudretlilerindendi “aşk insanı” diye anlatılanlardan… Hakkında kara para, yolsuzluk, SPK’da rüşvet iddiaları… Akademisyendi; sonra rektör oldu. Skandallardan kaçmak için AKP’den aday adayı oldu; ama şemsiye küçük geldi. Sonra büyük bir aşka düştü; talihsiz tesadüf—sevdiğinin abisi SPK başkanı. Aşk çatırdadı; görüntüler servis edildi; “2,5 milyon dolar verdim” lafları havada uçuştu. O koskoca dosyalardan değil de özel hayatın gizliliğini ihlal gerekçesiyle tutuklandı. Peş peşe davalar açıldı, üç ayrı yurt dışı çıkış yasağı verildi… İki kez kaçmaya çalıştı. Son duruşmada “Kaçma şüphesi olur mu canım?” dendi; salıverdiler. Ve yine “Ünsal ban vın yaptı” ülkeden kaçtı.
Şimdi; tüm fakirler, yoksulluğun zirvesinde yalnızlık yaşayanlar—siz buradasınız, değil mi? Diğerleri kudretli; sen misin gücü yeten? Dakikada 29 milyon, saatte 1 milyar vergi ödüyorsun ki çark dönsün! Yoksa Diyarbakır İl Sağlık Müdürü Emre Hocam ne eder? Bakanlık toplantısı için Ankara’ya uçuş; makam aracı Diyarbakır’dan karayoluyla Ankara’ya. Havalimanından teslim alınıyor. İlçesi, bürokratı, vekili; Cumhurbaşkanı, bakanlar… Sonra hepsinin aileleri… Bu çark nasıl dönecek? Neyse ki sen güçlüsün; ödüyorsun. Sorma, bir başkası “tasarruf” diyordu; oraları karıştırma. O da deliği kapatmalık yamalarla meşgul: 0 km ve ikinci el araç alımına yeni vergi, bazı mesleklere harç, kirada 47.000 TL’lik istisnanın kaldırılması… “Cin” gibi; nereden sıkacağını iyi bilir. Vergi uzmanı da diyor ki: Verginin her türlüsü, üstümüzde titizlikle uygulanıyor.
Bir de haftanın “iç döküşü” var: Kars vekili buyurdu; “Ekonomi kötü diye algı yapıyorlar, açlık yok” Ben 20.000 TL emekli maaşıyla mı algı kuracağım? İki torun okutuyorum; okul açılalı tek kuruş veremedim. Beslenme çantasına koyacak bir şey için elimi titreyerek uzatıyorum; sınıfta diğer çocukların gözü kalmasın diye… Anlayacağınız, yoksulluğa ve adaletsizliğe mahkûm edilenlerin memleketi burası.
Bir anne, ihmallerle kaybettiği evladı için mahkemede adalet diye haykırdı; disiplin cezasıyla cezaevine gönderildi. Tepkiler büyüyünce karardan dönüldü. Rojin yaşasaydı 22’sinde olacaktı; bir öğretmen adayıydı. 18 gün sonra cansız bedeni bulundu. “Suda boğuldu” dediler; “intihar” dediler. Babası vazgeçmedi; duyurmaya çalıştı. Adlî tıpta iki erkeğe ait DNA bulundu; birinin intravajinal olduğu bir yıl sonra açıklandı. Meclis, gencecik bir insanın ölümünü araştırmaya bile hayır dedi.
Ve Hakan Tosun… Cebinde yüz lirası kalsa habere koşan, yaşayan her canlıyı ciddiye alan bir gazeteci-belgeselci. Bir sokak arasında dövülerek katledildi. Polis, katil zanlılarını telefonla ifadeye çağırdı. Olayı en net gören kamera kayıtlarını sildiren iki kişi adli kontrolle serbest kaldı. Börtü, böcek, bir ağacın bile yasını tutan bir memlekette; adalet duygusunun da yasını tutar olduk.
İşte yarışma “Kaçan Kazanır” böyle bir evrende geçiyor. Aslında yarışma değil, çıplak bir ayna: Güçlüysen kuralları esnetirsin, bağlantın varsa yakalanmazsın; garibansan kapıdan giremezsin. Ama şunu da yazın bir kenara: Gerçek hayat öyle oyun gibi sonsuza dek sürmez. Bir yerde bir ses uyanır, bir anne pes etmez, bir gazeteci gerçeğin peşinden gider; ve biz, seyirci koltuğundan kalkıp soru sormaya başlarsak—kural değişir.
Kaynak - https://www.youtube.com/watch?v=3GQmfoThfo4
“Kaçan Kazanır”
Bu hafta tımarhanede—yani bizim memleketin akıl almaz hâllerinde—kurguladığım bir yarışma programı var: “Kaçan Kazanır.” Kurallar basit: Yeterince bağlantın varsa yakalanmazsın. Ama o bağlantıyı en güçlü yerden kuracaksın ki soruşturulmayasın. Bir kural daha: Yeterince gariban olanı yarışmaya almıyoruz; gücü kudreti yerinde olacak. Devasa kara paralarla holding kurmuş, akaryakıt ve sigara kaçakçılığı tecrübesi olan, devlet büyüklerinin “rica”sıyla okul, üniversite, televizyon devralan tipler… Bir üretim tesisi mi açılacak? Devlet teşviği için önce onu ararlar; sonra “bizim karakter” devreye girer.
Karakterler renkli olacak; hayırsever sosuna bulanmış “gariban babaları” Amerika’yı dolandırıp yolunu bulanlar, bir bakarsın Merkez Bankası’na yönetici olmuşlar. Oturduğu koltuk için “en iyisi, en parlağı” denir, imzası banknotların üstünde gezer; sonra gün gelir “dolandırıcı” diye anılır. İzleyici “Yok artık!” diyecek ama yarışma tam da bu çelişkiyle yaşayacak: Sarayın gölgesinde ağırlananlar, bir sabah kapılarında polis görünce tepetaklak olurlar. Bölümler ilerledikçe herkes herkesin malına “çökmeye” çalışır. Ben de böyle tipler arıyorum. Yapım aşamasındayım; önerilere açığım. Ama gel gerçek hayata dönelim; çünkü kurgu insanı da yoruyor.
Bir dönem, her pazar Sedat Peker sesi ile uyanırdık “Yaptıklarınız gayretullah’a dokundu; yenileceksiniz.” Yetkili abiler videoları geriden takip etti; dört yıl sonra harekete geçtiler. Cinayetleri, değişen uyuşturucu rotalarını, rüşvete kapışan komisyoncuları dinledik. Dalların odağındaki baş aktörler hep bir “tane” idi; İçişleri bakanı Süleyman Soylu‘nun Ben sigortacılığı severim, policenin kesilmesi hoşuma gider…” ’’poliçenin o iç okşayan sesi hâlâ kulaklarımızda. O sırada Paramount gibi bir otel vardı; türbe gibiydi. Kapısında sıra, ziyaretçisi boldu; gazeteci, savcı bedavaya tatil yapardı. Biz de “Buraya kim çöktü?” diye iz sürerdik.
Oklar, bir dönem hep aynı isimleri gösterdi. Otelin eski sahibi “Sezgin Baran Korkmaz’la Cihan Ekşioğlu otele tankla geldiler” diyordu. “Sezgin Baran Korkmaz kim?” dersen, bir dönemin kudretlilerinden… Hakkındaki dosyayı önceden öğrenip “vın” diye kaçmıştı; onun için de işler tepetaklak olmuştu “Peki operasyonlar şimdi neden?” diye sorarsın: Koltuk kavgası mı, güç yarışı mı? “Bu defa çökene mi çöküyorlar?” diye düşünülebilir ama resmi Adalet Bakanının anlatısı netti: Yargı bağımsızdır, kimseden talimat almaz(!). İşte aynı gerekçeyle bir ikinci dalga daha geldi: Bir dönemin kudretli Can Holding’i. Suçlamalar? “Önemsiz detaylar”: yıllarca gözden kaçabilecek vergi kaçakçılığı, akaryakıt kaçakçılığı, kara para aklama, suç örgütü kurma… Tabii “kaçar” gözlerden. Ama ucun bir başka isme uzandığı söylendi: Cüneyt Zapsu. İddiaya göre bir telefon açıldı, nasıl olduysa iş “hemen” halledildi. Zapsu için önce yakalama kararı çıkmıştı; o sıralar yurt dışındaydı. Siyaseten “en yetkili isimlerle” konuşuldu, deniyor. Sonra savcılığa bir geri dönüş, yakalama kararı kalktı, “bilgi veren tanık” sıfatıyla davet… Hızlı değişen hikâyeler.
Hani “Enseyi karartma” derler ya… Bak: Mıhyettin kaçtı. “Seni salalım” dendiğinde herkes ayağa kalktı “Böyle iş mi olur?” diye ortalık karıştı. Adam “yetenekleri” doğrultusunda devletin sistemlerine sızmış; e-imza kopyalamış, sahte belge üretmiş. Tepkiler artınca “tutuklayalım” dediler ama… Bizim Mıhyettin yine “vın” olunca “Kaçarlarsa kaçsınlar, tarafsız yargının elinden kimse kaçamaz !” denildi. Fakat kötü haber şu: Adam kaçtı. Üç ayrı davada yurt dışı yasağı olan eski THK Üniversitesi Rektörü Ünsal da kaçtı. O da bir dönemin kudretlilerindendi “aşk insanı” diye anlatılanlardan… Hakkında kara para, yolsuzluk, SPK’da rüşvet iddiaları… Akademisyendi; sonra rektör oldu. Skandallardan kaçmak için AKP’den aday adayı oldu; ama şemsiye küçük geldi. Sonra büyük bir aşka düştü; talihsiz tesadüf—sevdiğinin abisi SPK başkanı. Aşk çatırdadı; görüntüler servis edildi; “2,5 milyon dolar verdim” lafları havada uçuştu. O koskoca dosyalardan değil de özel hayatın gizliliğini ihlal gerekçesiyle tutuklandı. Peş peşe davalar açıldı, üç ayrı yurt dışı çıkış yasağı verildi… İki kez kaçmaya çalıştı. Son duruşmada “Kaçma şüphesi olur mu canım?” dendi; salıverdiler. Ve yine “Ünsal ban vın yaptı” ülkeden kaçtı.
Şimdi; tüm fakirler, yoksulluğun zirvesinde yalnızlık yaşayanlar—siz buradasınız, değil mi? Diğerleri kudretli; sen misin gücü yeten? Dakikada 29 milyon, saatte 1 milyar vergi ödüyorsun ki çark dönsün! Yoksa Diyarbakır İl Sağlık Müdürü Emre Hocam ne eder? Bakanlık toplantısı için Ankara’ya uçuş; makam aracı Diyarbakır’dan karayoluyla Ankara’ya. Havalimanından teslim alınıyor. İlçesi, bürokratı, vekili; Cumhurbaşkanı, bakanlar… Sonra hepsinin aileleri… Bu çark nasıl dönecek? Neyse ki sen güçlüsün; ödüyorsun. Sorma, bir başkası “tasarruf” diyordu; oraları karıştırma. O da deliği kapatmalık yamalarla meşgul: 0 km ve ikinci el araç alımına yeni vergi, bazı mesleklere harç, kirada 47.000 TL’lik istisnanın kaldırılması… “Cin” gibi; nereden sıkacağını iyi bilir. Vergi uzmanı da diyor ki: Verginin her türlüsü, üstümüzde titizlikle uygulanıyor.
Bir de haftanın “iç döküşü” var: Kars vekili buyurdu; “Ekonomi kötü diye algı yapıyorlar, açlık yok” Ben 20.000 TL emekli maaşıyla mı algı kuracağım? İki torun okutuyorum; okul açılalı tek kuruş veremedim. Beslenme çantasına koyacak bir şey için elimi titreyerek uzatıyorum; sınıfta diğer çocukların gözü kalmasın diye… Anlayacağınız, yoksulluğa ve adaletsizliğe mahkûm edilenlerin memleketi burası.
Bir anne, ihmallerle kaybettiği evladı için mahkemede adalet diye haykırdı; disiplin cezasıyla cezaevine gönderildi. Tepkiler büyüyünce karardan dönüldü. Rojin yaşasaydı 22’sinde olacaktı; bir öğretmen adayıydı. 18 gün sonra cansız bedeni bulundu. “Suda boğuldu” dediler; “intihar” dediler. Babası vazgeçmedi; duyurmaya çalıştı. Adlî tıpta iki erkeğe ait DNA bulundu; birinin intravajinal olduğu bir yıl sonra açıklandı. Meclis, gencecik bir insanın ölümünü araştırmaya bile hayır dedi.
Ve Hakan Tosun… Cebinde yüz lirası kalsa habere koşan, yaşayan her canlıyı ciddiye alan bir gazeteci-belgeselci. Bir sokak arasında dövülerek katledildi. Polis, katil zanlılarını telefonla ifadeye çağırdı. Olayı en net gören kamera kayıtlarını sildiren iki kişi adli kontrolle serbest kaldı. Börtü, böcek, bir ağacın bile yasını tutan bir memlekette; adalet duygusunun da yasını tutar olduk.
İşte yarışma “Kaçan Kazanır” böyle bir evrende geçiyor. Aslında yarışma değil, çıplak bir ayna: Güçlüysen kuralları esnetirsin, bağlantın varsa yakalanmazsın; garibansan kapıdan giremezsin. Ama şunu da yazın bir kenara: Gerçek hayat öyle oyun gibi sonsuza dek sürmez. Bir yerde bir ses uyanır, bir anne pes etmez, bir gazeteci gerçeğin peşinden gider; ve biz, seyirci koltuğundan kalkıp soru sormaya başlarsak—kural değişir.
Kaynak - https://www.youtube.com/watch?v=3GQmfoThfo4


