Mersin escort Bodrum escort Bursa escort

Tuzla russian escort Alanya russian escort Kayseri russian escort Antalya russian escort Diyarbakır russian escort Anadolu yakası russian escort Adana russian escort Ataşehir russian escort Şirinevler russian escort Beylikdüzü russian escort Halkalı russian escort Maltepe russian escort Ümraniye russian escort Samsun russian escort Avcılar russian escort Pendik russian escort Beylikdüzü russian escort Maltepe russian escort Ümraniye russian escort Mersin russian escort Avrupa yakası russian escort Kocaeli russian escort Bodrum russian escort Bakırköy russian escort Kadıköy russian escort İzmir russian escort bayan Beşiktaş russian escort Eskişehir russian escort Bursa russian escort Şişli russian escort Şişli russian escort russian escort İzmir Gaziantep russian escort Ankara russian escort Denizli russian escort Samsun escort kızlar Malatya russian escort İzmir russian escorts Samsun russian escort

Guymak
Sitenin sağında bir giydirme reklam
eleştiri
Köşe Yazarı
eleştiri
 

Polis kelebek Cemil hakkında

  Türk Kelebeği Polis Cemil Unutturulmaya Çalışılan Milli değerler Hafızası Milli günler, bir takvim yaprağı olmaktan fazlasıdır; toplumsal hafızanın dümenidir. 26 Ağustos ve 30 Ağustos gibi tarihler, yalnızca savaş meydanlarını değil, bugün hâlâ içinden geçtiğimiz tartışmaların köklerini de aydınlatır “Türk mü diyelim, Türkiyeli mi?” kahve laklaklamasını savunan Ataları belirsizler  “Lozan’a, 1924 Anayasası’na niçin savaş açılıyor?” türünden boş lafları yerine tümü YOBAZ – ÇAĞDIŞI “Tarikat–cemaat yapılanmaları neden bu kadar etkili?” gibi soruların cevap aramaları aslında, işgal yıllarının karanlık dehlizlerinde saklıdır. Gençlerin bunları bilmemesi, bilenlerin de unutması için uğraş verildiği iddia edilse de, tarih ısrarla konuşur. 1919: İşgal Altında Bir Şehir, Bir Vicdan 1919’da İstanbul işgal altındaydı. Damat Ferit Hükûmeti, Türk polis teşkilatını fiilen işgal güçlerinin emrine vermişti. Genç bir polis olan Mehmet Cemil, Gülhane Parkı civarında devriye gezerken, Fransız üniforması taşıyan üç Senegalli askerin bir Türk kadınına alenen sarkıntılık ettiğine tanık oldu. Çığlıklar içindeki kadını kurtarmak için tereddüt etmeden müdahale etti. İşgal askerleri silaha davranınca, Cemil de belindeki tabancayı çekti; üç askerden biri öldü, ikisi ağır yaralandı. Yurttaşının namus ve iffetini koruyan kahraman Cemil kaçmadı. Üniformasıyla tutuklandı ve Fransız işgal kuvvetlerinin Kumkapı’daki hapishanesine kondu. O dönemde İstanbul’un Avrupa yakası Fransızların, Anadolu yakası İngilizlerin kontrolündeydi. Altı ay süren tutukluluğun ardından işgal mahkemesine çıkarıldı ve “forsa - müebbet kürek” cezasına hükmedildi. Ayaklarına pranga vurulup bir gemiye bindirildi; önce Fransa’ya, ardından “Şeytan Adası” olarak bilinen Güney Amerika – Venezuelanın yanındaki - Fransız Guyanası’na gönderildi. Kaçışı imkânsız bu cehennem adasında artık bir ismi yoktu. O artık Mahkûm 45090 idi. Casusluk Ağları ve Kara Propaganda İstanbul’da bu sırada İngiliz istihbaratı çok katmanlı bir ağ işletiyordu. “Kara Jumbo” kod adlı yerel muhbirlik yapılanması Binbaşı John Bennett ve üst düzey koordinasyon ise “Ramiz Bey’’ denen Albay Nelson’a bağlanıyordu. Amaç; suikast, sabotaj, isyan örgütleme ve kara propaganda ile milli direnişi kırmaktı. Basın manipülasyonu, sahte fotoğraflar ve uydurma biyografilerle Mustafa Kemal’in meşruiyetini aşındırma çabaları, köylere uçaklarla atılan bildirilerle besleniyordu. Bugün kulağa “film” gibi gelen bu yöntemler, maalesef o günlerin çıplak gerçeğiydi. Atası belirsizce ‘Keşke yunan kazansaydı !’ diyebilecek kadar ahmak - Püsküllü Mısırlıoğlu meczubunu severler bilemez, o atmosferde, 1453 - İstanbul fethinin kutlanması dahi yasaklanmış; patrikhane binasına Bizans bayrağı çekilmişti. İşgal kuvvetleri dilediğini tutuklayıp kurşuna diziyor, şehirde bir teslimiyet ruhu yayılıyordu. Ancak teslim olmayan bir irade vardı. “Bir Kardeşini Unutmayan” İrade Cemil, Şeytan Adası’nda çürümeye terk edildiğini düşündü. Fakat bir kişi onu hiç unutmadı: Mustafa Kemal. Kurtuluş Savaşı kazanılıp Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra, Fransa’nın Ankara Büyükelçisi Çankaya’ya çağrıldı. Atatürk, adil yargılanmamış Türk polisi Cemil’in memlekete iadesini bizzat talep etti. Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, diplomatik süreci izledi. On yıl süren ısrarlı yazışmaların ardından 1929’da Cemil serbest bırakıldı ve Galata rıhtımında bir kahraman gibi karşılandı. Cemil vatanına döndüğünde 30 yaşındaydı. Giderken tek kelime Fransızca bilmiyor, döndüğünde neredeyse Türkçeyi unutmuştu ama “En güzel yıllarım heba oldu, kendi hayatımı yaşayacağım” demedi; mesleğine döndü. Pangaltı Karakolu’nda görev yaptı, istihbarata geçti, Fransızca bildiği için İslahiye Gümrük Müdürlüğü’ne pasaport memuru olarak tayin edildi. Evlendi, iki çocuğu oldu. Soyadı Kanunu’yla “Eryürek” adını aldı. Fakat on yılın ruh yaraları peşini bırakmadı; halüsinasyonlar, tedaviler derken 1944’te, 44 yaşındayken kalp kriziyle vefat etti. Onun hikâyesi, aynı adaya sürülen Fransız mahkûm Henri Charrière’in “Kelebek” romanı ve ünlü filmindeki kadar bilinmiyor olabilir. Ama Türk Kelebeği Polis Cemil, bu ülkenin vicdan tarihinde parlak bir yer tutuyor “Beni unutmayan bir vatan vardı” dedirtiyor. Atatürk’ün Polis Vizyonu Ulu önder “Tıpkı Namus Kavramlı KUTSAL VATAN bekçileri Askerler gibi” Polislere barış bekçileri derdi. Cumhuriyetin ilk yıllarında polis teşkilatı okuryazarlığın dahi çok düşük olduğu, kadrosu büyük ölçüde eğitimsiz bir yapıydı. Atatürk, kanun adamlarını çağdaş bir seviyeye taşımaya kararlıydı. Çankaya’da emniyetin geleceğine dair toplantılar yaptı, “Polis Enstitüsü” kurulmasını istedi ve “Türkiye’nin en değerli hocaları” bu kuruma yön verdi. Onun ideal polis tanımı “Asker kadar disiplinli, hukukçu kadar hukuk adamı, anne kadar şefkatli” ve daha da önemlisi: “Polis vazifesini serbestçe yapmalıdır; hukuksuz bir emir, Atatürk’ten gelse bile uygulanmamalıdır” ilkesiyle, bugünün iktidarına baş eğenler yerine ideali ‘polis–siyaset–hukuk üçgenindeki pusuladır’ vurgusu yapılmıştır. Atatürksüz Kutlamalar ve Tarihin Uyarısı Bugün bazen milli günlerdeki paylaşımlarda Atatürk’ün görsel ya da adının sorsan bazı dangalAKPudracılar tarafından “sehven” atlandığını görürüz. Her defasında Tepkiler gelince aynı ahlaksız düzeltmeler yapılır. Oysa bu tür sembolik silinmeler yalnızca bir “görsel tercihi” değildir; tıpkı ‘Keşke yunan kazansaydı !’ diyebilecek kadar aşağılık Püsküllü meczup Mısırlıoğlu gibi Ataları belirsizler için tarihsel bir alerjinin dışavurumudur. Dünden Bugüne: Tarikatlar, Komisyonlar ve İbretlik Bağlantılar İşgal İstanbul’unda maalesef tümü menfaatçi tarikat ve cemaatlerle kurulan bağlar, istihbaratın ilgisini çeken en zayıf halkalardan biriydi. Yıllar sonra bazı aktörlerin İngiltere’de dergâhlar açması, mürit toplamaları, Türkiye’ye sık geliş gidişler yapmaları, bugün İngiltere’de görülen bazı miras ve mülkiyet davalarıyla yeniden gündeme geliyor. Burada önemli olan: İnancın saf alanı ile siyasal ve ekonomik rantın bulanık alanı birbirine karıştığında, toplumun maneviyatı törpülenir, devlet yapısı zayıflar. Dolayısıyla 30 Ağustos gibi KUTSAL bayramlarımızın manevi pusulası, bu bulanıklıkta yön gösterir. 30 Ağustos gibi KUTSAL günler yalnızca bir “zafer” değil, namus ve iffetin dikleştiği, Yanlışa karşı Doğrunun galip geldiği, ONBİNLERCE YILLIK TÜRK geçmişi ile öğünenlerin bir “duruş” tarzını hatırlatır. Milli Mücadele’de; idam fetvalarıyla işgali meşrulaştıranlara karşı “işgal edilen memlekette silaha sarılmak dini bir görevdir” diyen imanı tam – dürüstlük abidesi alimler de vardı; İngiliz muhiplerinin hizasında kalem oynatan gazetecilere karşı Anadolu’da direniş mitingleri örgütleyen kadınlar da… Kimin yanında durduğumuzu, hangi değerlerle yürüdüğümüzü sorgulatan bir mihenk taşıdır 30 Ağustos gibi KUTSAL günler. Bu, partiler üstü bir ölçüdür: Hukuk mu, işgal işbirlikçiliği mi? Vicdan mı, çıkar mı? Bilinmez lakin Polis Cemil’in omzuna çöken el, bir kadını korumak için silaha davranan ahlak; onu unutmayan el ise devletin vicdanıdır. Zaferi Kazananlar Kutlar Bugünü kavrayabilmek için dünü hatırlamak şarttır ve “Neden böyle oluyor?” sorusunun cevapları çoğu kez Milli Mücadele’nin satır aralarındadır. Bugünün aksine ‘yanlışa DUR diyen Polis Cemil’ hikâyesi, aslında iki şeyi aynı anda söyler: Bu topraklarda bir insanı numaraya indirgemeye çalışan zorbalığa karşı, onu “kardeşim” diye geri isteyen bir cumhuriyet iradesi (1) ve polis dediğimiz kurum; kanunsuz emre boyun eğmeyen, hukuktan yana duran, vatandaşını şefkatle koruyan bir karaktere bürünmek (2) zorunluluğudur. 30 Ağustos gibi bizi biz TÜRK yapan günler, yalnızca bir saygı duruşu değil “hayatın neresinde durduğumuzun” manevi pusulasıdır. Eğer bugün birileri Atatürksüz 30 Ağustos gibi KUTSAL Milli günlerimizi gölgelemeyi hayal ediyorsa, bu, pusulayı özellikle KASITLI olarak şaşırtmak istediklerindendir. Fakat pusulanın iğnesi, her seferinde aynı yönü gösterir: ATATÜRK ilkeleri doğrultusunda ÇAĞDAŞ yaşam için Bağımsızlık, hukuk, vicdan. Ruhu şad olsun Dürüstlük abidesi Türk Kelebeği - Polis Cemil Eryürek’i anımsamak, yalnızca bir hatırayı yaşatmak değil, aynı zamanda yarınki tartışmalarda doğru yöne bakabilmenin güvencesidir. Zaferi kazananlar kutlar; kutlamayanlar, aslında kim olduklarını Ataları belirsiz olduklarını vurgularcasına ifşa ederler. O yüzden, 30 Ağustos gibi Milli – KUTSAL bayramlarımız yalnızca bir günü değil, KIBLE kavramlı dürüst insan olabilme yönü ilede kutlarız. Ve o yön, dün olduğu gibi bugün de bize şunu fısıldar “Keşke yunan galip gelseydi !’’ diyebilen Meczup Püsküllü Mısırlıoğlu gibi ataları belirsizler bize tarihimizi Unutturmaya çalışanlar var olabilir; ama and olsun unutan asla biz olmayacağız. Ne mutlu Türküm diyebilene Derleme kaynağı - https://www.youtube.com/watch?v=PosCNCCVPQQ Türk Kelebeği Cemil  Unutturulmaya Çalışılan Milli değerler Hafızası Milli günler, bir takvim yaprağı olmaktan fazlasıdır; toplumsal hafızanın dümenidir. 26 Ağustos ve 30 Ağustos gibi tarihler, yalnızca savaş meydanlarını değil, bugün hâlâ içinden geçtiğimiz tartışmaların köklerini de aydınlatır “Türk mü diyelim, Türkiyeli mi?” kahve laklaklamasını savunan Ataları belirsizler  “Lozan’a, 1924 Anayasası’na niçin savaş açılıyor?” türünden boş lafları yerine tümü YOBAZ – ÇAĞDIŞI “Tarikat–cemaat yapılanmaları neden bu kadar etkili?” gibi soruların cevap aramaları aslında, işgal yıllarının karanlık dehlizlerinde saklıdır. Gençlerin bunları bilmemesi, bilenlerin de unutması için uğraş verildiği iddia edilse de, tarih ısrarla konuşur.  1919: İşgal Altında Bir Şehir, Bir Vicdan 1919’da İstanbul işgal altındaydı. Damat Ferit Hükûmeti, Türk polis teşkilatını fiilen işgal güçlerinin emrine vermişti. Genç bir polis olan Mehmet Cemil, Gülhane Parkı civarında devriye gezerken, Fransız üniforması taşıyan üç Senegalli askerin bir Türk kadınına alenen sarkıntılık ettiğine tanık oldu. Çığlıklar içindeki kadını kurtarmak için tereddüt etmeden müdahale etti. İşgal askerleri silaha davranınca, Cemil de belindeki tabancayı çekti; üç askerden biri öldü, ikisi ağır yaralandı. Yurttaşının namus ve iffetini koruyan kahraman Cemil kaçmadı. Üniformasıyla tutuklandı ve Fransız işgal kuvvetlerinin Kumkapı’daki hapishanesine kondu. O dönemde İstanbul’un Avrupa yakası Fransızların, Anadolu yakası İngilizlerin kontrolündeydi. Altı ay süren tutukluluğun ardından işgal mahkemesine çıkarıldı ve “forsa - müebbet kürek” cezasına hükmedildi. Ayaklarına pranga vurulup bir gemiye bindirildi; önce Fransa’ya, ardından “Şeytan Adası” olarak bilinen Güney Amerika – Venezuelanın yanındaki - Fransız Guyanası’na gönderildi. Kaçışı imkânsız bu cehennem adasında artık bir ismi yoktu. O artık Mahkûm 45090 idi. Casusluk Ağları ve Kara Propaganda İstanbul’da bu sırada İngiliz istihbaratı çok katmanlı bir ağ işletiyordu. “Kara Jumbo” kod adlı yerel muhbirlik yapılanması Binbaşı John Bennett ve üst düzey koordinasyon ise “Ramiz Bey’’ denen Albay Nelson’a bağlanıyordu. Amaç; suikast, sabotaj, isyan örgütleme ve kara propaganda ile milli direnişi kırmaktı. Basın manipülasyonu, sahte fotoğraflar ve uydurma biyografilerle Mustafa Kemal’in meşruiyetini aşındırma çabaları, köylere uçaklarla atılan bildirilerle besleniyordu. Bugün kulağa “film” gibi gelen bu yöntemler, maalesef o günlerin çıplak gerçeğiydi. Atası belirsizce ‘Keşke yunan kazansaydı !’ diyebilecek kadar ahmak - Püsküllü Mısırlıoğlu meczubunu severler bilemez, o atmosferde, 1453 - İstanbul fethinin kutlanması dahi yasaklanmış; patrikhane binasına Bizans bayrağı çekilmişti. İşgal kuvvetleri dilediğini tutuklayıp kurşuna diziyor, şehirde bir teslimiyet ruhu yayılıyordu. Ancak teslim olmayan bir irade vardı. “Bir Kardeşini Unutmayan” İrade Cemil, Şeytan Adası’nda çürümeye terk edildiğini düşündü. Fakat bir kişi onu hiç unutmadı: Mustafa Kemal. Kurtuluş Savaşı kazanılıp Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra, Fransa’nın Ankara Büyükelçisi Çankaya’ya çağrıldı. Atatürk, adil yargılanmamış Türk polisi Cemil’in memlekete iadesini bizzat talep etti. Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, diplomatik süreci izledi. On yıl süren ısrarlı yazışmaların ardından 1929’da Cemil serbest bırakıldı ve Galata rıhtımında bir kahraman gibi karşılandı. Cemil vatanına döndüğünde 30 yaşındaydı. Giderken tek kelime Fransızca bilmiyor, döndüğünde neredeyse Türkçeyi unutmuştu ama “En güzel yıllarım heba oldu, kendi hayatımı yaşayacağım” demedi; mesleğine döndü. Pangaltı Karakolu’nda görev yaptı, istihbarata geçti, Fransızca bildiği için İslahiye Gümrük Müdürlüğü’ne pasaport memuru olarak tayin edildi. Evlendi, iki çocuğu oldu. Soyadı Kanunu’yla “Eryürek” adını aldı. Fakat on yılın ruh yaraları peşini bırakmadı; halüsinasyonlar, tedaviler derken 1944’te, 44 yaşındayken kalp kriziyle vefat etti. Onun hikâyesi, aynı adaya sürülen Fransız mahkûm Henri Charrière’in “Kelebek” romanı ve ünlü filmindeki kadar bilinmiyor olabilir. Ama Türk Kelebeği Polis Cemil, bu ülkenin vicdan tarihinde parlak bir yer tutuyor “Beni unutmayan bir vatan vardı” dedirtiyor. Atatürk’ün Polis Vizyonu Ulu önder “Tıpkı Namus Kavramlı KUTSAL VATAN bekçileri Askerler gibi” Polislere barış bekçileri derdi. Cumhuriyetin ilk yıllarında polis teşkilatı okuryazarlığın dahi çok düşük olduğu, kadrosu büyük ölçüde eğitimsiz bir yapıydı. Atatürk, kanun adamlarını çağdaş bir seviyeye taşımaya kararlıydı. Çankaya’da emniyetin geleceğine dair toplantılar yaptı, “Polis Enstitüsü” kurulmasını istedi ve “Türkiye’nin en değerli hocaları” bu kuruma yön verdi. Onun ideal polis tanımı “Asker kadar disiplinli, hukukçu kadar hukuk adamı, anne kadar şefkatli” ve daha da önemlisi: “Polis vazifesini serbestçe yapmalıdır; hukuksuz bir emir, Atatürk’ten gelse bile uygulanmamalıdır” ilkesiyle, bugünün iktidarına baş eğenler yerine ideali ‘polis–siyaset–hukuk üçgenindeki pusuladır’ vurgusu yapılmıştır. Atatürksüz Kutlamalar ve Tarihin Uyarısı Bugün bazen milli günlerdeki paylaşımlarda Atatürk’ün görsel ya da adının sorsan bazı dangalAKPudracılar tarafından “sehven” atlandığını görürüz. Her defasında Tepkiler gelince aynı ahlaksız düzeltmeler yapılır. Oysa bu tür sembolik silinmeler yalnızca bir “görsel tercihi” değildir; tıpkı ‘Keşke yunan kazansaydı !’ diyebilecek kadar aşağılık Püsküllü meczup Mısırlıoğlu gibi Ataları belirsizler için tarihsel bir alerjinin dışavurumudur.  Dünden Bugüne: Tarikatlar, Komisyonlar ve İbretlik Bağlantılar İşgal İstanbul’unda maalesef tümü menfaatçi tarikat ve cemaatlerle kurulan bağlar, istihbaratın ilgisini çeken en zayıf halkalardan biriydi. Yıllar sonra bazı aktörlerin İngiltere’de dergâhlar açması, mürit toplamaları, Türkiye’ye sık geliş gidişler yapmaları, bugün İngiltere’de görülen bazı miras ve mülkiyet davalarıyla yeniden gündeme geliyor. Burada önemli olan: İnancın saf alanı ile siyasal ve ekonomik rantın bulanık alanı birbirine karıştığında, toplumun maneviyatı törpülenir, devlet yapısı zayıflar. Dolayısıyla 30 Ağustos gibi KUTSAL bayramlarımızın manevi pusulası, bu bulanıklıkta yön gösterir. 30 Ağustos gibi KUTSAL günler yalnızca bir “zafer” değil, namus ve iffetin dikleştiği, Yanlışa karşı Doğrunun galip geldiği, ONBİNLERCE YILLIK TÜRK geçmişi ile öğünenlerin bir “duruş” tarzını hatırlatır. Milli Mücadele’de; idam fetvalarıyla işgali meşrulaştıranlara karşı “işgal edilen memlekette silaha sarılmak dini bir görevdir” diyen imanı tam – dürüstlük abidesi alimler de vardı; İngiliz muhiplerinin hizasında kalem oynatan gazetecilere karşı Anadolu’da direniş mitingleri örgütleyen kadınlar da… Kimin yanında durduğumuzu, hangi değerlerle yürüdüğümüzü sorgulatan bir mihenk taşıdır 30 Ağustos gibi KUTSAL günler. Bu, partiler üstü bir ölçüdür: Hukuk mu, işgal işbirlikçiliği mi? Vicdan mı, çıkar mı? Bilinmez lakin Polis Cemil’in omzuna çöken el, bir kadını korumak için silaha davranan ahlak; onu unutmayan el ise devletin vicdanıdır. Zaferi Kazananlar Kutlar Bugünü kavrayabilmek için dünü hatırlamak şarttır ve “Neden böyle oluyor?” sorusunun cevapları çoğu kez Milli Mücadele’nin satır aralarındadır. Bugünün aksine ‘yanlışa DUR diyen Polis Cemil’ hikâyesi, aslında iki şeyi aynı anda söyler: Bu topraklarda bir insanı numaraya indirgemeye çalışan zorbalığa karşı, onu “kardeşim” diye geri isteyen bir cumhuriyet iradesi (1) ve polis dediğimiz kurum; kanunsuz emre boyun eğmeyen, hukuktan yana duran, vatandaşını şefkatle koruyan bir karaktere bürünmek (2) zorunluluğudur. 30 Ağustos gibi bizi biz TÜRK yapan günler, yalnızca bir saygı duruşu değil “hayatın neresinde durduğumuzun” manevi pusulasıdır. Eğer bugün birileri Atatürksüz 30 Ağustos gibi KUTSAL Milli günlerimizi gölgelemeyi hayal ediyorsa, bu, pusulayı özellikle KASITLI olarak şaşırtmak istediklerindendir. Fakat pusulanın iğnesi, her seferinde aynı yönü gösterir: ATATÜRK ilkeleri doğrultusunda ÇAĞDAŞ yaşam için Bağımsızlık, hukuk, vicdan. Ruhu şad olsun Dürüstlük abidesi Türk Kelebeği - Polis Cemil Eryürek’i anımsamak, yalnızca bir hatırayı yaşatmak değil, aynı zamanda yarınki tartışmalarda doğru yöne bakabilmenin güvencesidir. Zaferi kazananlar kutlar; kutlamayanlar, aslında kim olduklarını Ataları belirsiz olduklarını vurgularcasına ifşa ederler. O yüzden, 30 Ağustos gibi Milli – KUTSAL bayramlarımız yalnızca bir günü değil, KIBLE kavramlı dürüst insan olabilme yönü ilede kutlarız. Ve o yön, dün olduğu gibi bugün de bize şunu fısıldar “Keşke yunan galip gelseydi !’’ diyebilen Meczup Püsküllü Mısırlıoğlu gibi ataları belirsizler bize tarihimizi Unutturmaya çalışanlar var olabilir; ama and olsun unutan asla biz olmayacağız. Ne mutlu Türküm diyebilene Derleme kaynağı - https://www.youtube.com/watch?v=PosCNCCVPQQ Türk Kelebeği Cemil Unutturulmaya Çalışılan Milli değerler Hafızası Milli günler, bir takvim yaprağı olmaktan fazlasıdır; toplumsal hafızanın dümenidir. 26 Ağustos ve 30 Ağustos gibi tarihler, yalnızca savaş meydanlarını değil, bugün hâlâ içinden geçtiğimiz tartışmaların köklerini de aydınlatır “Türk mü diyelim, Türkiyeli mi?” kahve laklaklamasını savunan Ataları belirsizler  “Lozan’a, 1924 Anayasası’na niçin savaş açılıyor?” türünden boş lafları yerine tümü YOBAZ – ÇAĞDIŞI “Tarikat–cemaat yapılanmaları neden bu kadar etkili?” gibi soruların cevap aramaları aslında, işgal yıllarının karanlık dehlizlerinde saklıdır. Gençlerin bunları bilmemesi, bilenlerin de unutması için uğraş verildiği iddia edilse de, tarih ısrarla konuşur. 1919: İşgal Altında Bir Şehir, Bir Vicdan 1919’da İstanbul işgal altındaydı. Damat Ferit Hükûmeti, Türk polis teşkilatını fiilen işgal güçlerinin emrine vermişti. Genç bir polis olan Mehmet Cemil, Gülhane Parkı civarında devriye gezerken, Fransız üniforması taşıyan üç Senegalli askerin bir Türk kadınına alenen sarkıntılık ettiğine tanık oldu. Çığlıklar içindeki kadını kurtarmak için tereddüt etmeden müdahale etti. İşgal askerleri silaha davranınca, Cemil de belindeki tabancayı çekti; üç askerden biri öldü, ikisi ağır yaralandı. Yurttaşının namus ve iffetini koruyan kahraman Cemil kaçmadı. Üniformasıyla tutuklandı ve Fransız işgal kuvvetlerinin Kumkapı’daki hapishanesine kondu. O dönemde İstanbul’un Avrupa yakası Fransızların, Anadolu yakası İngilizlerin kontrolündeydi. Altı ay süren tutukluluğun ardından işgal mahkemesine çıkarıldı ve “forsa - müebbet kürek” cezasına hükmedildi. Ayaklarına pranga vurulup bir gemiye bindirildi; önce Fransa’ya, ardından “Şeytan Adası” olarak bilinen Güney Amerika – Venezuelanın yanındaki - Fransız Guyanası’na gönderildi. Kaçışı imkânsız bu cehennem adasında artık bir ismi yoktu. O artık Mahkûm 45090 idi. Casusluk Ağları ve Kara Propaganda İstanbul’da bu sırada İngiliz istihbaratı çok katmanlı bir ağ işletiyordu. “Kara Jumbo” kod adlı yerel muhbirlik yapılanması Binbaşı John Bennett ve üst düzey koordinasyon ise “Ramiz Bey’’ denen Albay Nelson’a bağlanıyordu. Amaç; suikast, sabotaj, isyan örgütleme ve kara propaganda ile milli direnişi kırmaktı. Basın manipülasyonu, sahte fotoğraflar ve uydurma biyografilerle Mustafa Kemal’in meşruiyetini aşındırma çabaları, köylere uçaklarla atılan bildirilerle besleniyordu. Bugün kulağa “film” gibi gelen bu yöntemler, maalesef o günlerin çıplak gerçeğiydi. Atası belirsizce ‘Keşke yunan kazansaydı !’ diyebilecek kadar ahmak - Püsküllü Mısırlıoğlu meczubunu severler bilemez, o atmosferde, 1453 - İstanbul fethinin kutlanması dahi yasaklanmış; patrikhane binasına Bizans bayrağı çekilmişti. İşgal kuvvetleri dilediğini tutuklayıp kurşuna diziyor, şehirde bir teslimiyet ruhu yayılıyordu. Ancak teslim olmayan bir irade vardı. “Bir Kardeşini Unutmayan” İrade Cemil, Şeytan Adası’nda çürümeye terk edildiğini düşündü. Fakat bir kişi onu hiç unutmadı: Mustafa Kemal. Kurtuluş Savaşı kazanılıp Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra, Fransa’nın Ankara Büyükelçisi Çankaya’ya çağrıldı. Atatürk, adil yargılanmamış Türk polisi Cemil’in memlekete iadesini bizzat talep etti. Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, diplomatik süreci izledi. On yıl süren ısrarlı yazışmaların ardından 1929’da Cemil serbest bırakıldı ve Galata rıhtımında bir kahraman gibi karşılandı. Cemil vatanına döndüğünde 30 yaşındaydı. Giderken tek kelime Fransızca bilmiyor, döndüğünde neredeyse Türkçeyi unutmuştu ama “En güzel yıllarım heba oldu, kendi hayatımı yaşayacağım” demedi; mesleğine döndü. Pangaltı Karakolu’nda görev yaptı, istihbarata geçti, Fransızca bildiği için İslahiye Gümrük Müdürlüğü’ne pasaport memuru olarak tayin edildi. Evlendi, iki çocuğu oldu. Soyadı Kanunu’yla “Eryürek” adını aldı. Fakat on yılın ruh yaraları peşini bırakmadı; halüsinasyonlar, tedaviler derken 1944’te, 44 yaşındayken kalp kriziyle vefat etti. Onun hikâyesi, aynı adaya sürülen Fransız mahkûm Henri Charrière’in “Kelebek” romanı ve ünlü filmindeki kadar bilinmiyor olabilir. Ama Türk Kelebeği Polis Cemil, bu ülkenin vicdan tarihinde parlak bir yer tutuyor “Beni unutmayan bir vatan vardı” dedirtiyor. Atatürk’ün Polis Vizyonu Ulu önder “Tıpkı Namus Kavramlı KUTSAL VATAN bekçileri Askerler gibi” Polislere barış bekçileri derdi. Cumhuriyetin ilk yıllarında polis teşkilatı okuryazarlığın dahi çok düşük olduğu, kadrosu büyük ölçüde eğitimsiz bir yapıydı. Atatürk, kanun adamlarını çağdaş bir seviyeye taşımaya kararlıydı. Çankaya’da emniyetin geleceğine dair toplantılar yaptı, “Polis Enstitüsü” kurulmasını istedi ve “Türkiye’nin en değerli hocaları” bu kuruma yön verdi. Onun ideal polis tanımı “Asker kadar disiplinli, hukukçu kadar hukuk adamı, anne kadar şefkatli” ve daha da önemlisi: “Polis vazifesini serbestçe yapmalıdır; hukuksuz bir emir, Atatürk’ten gelse bile uygulanmamalıdır” ilkesiyle, bugünün iktidarına baş eğenler yerine ideali ‘polis–siyaset–hukuk üçgenindeki pusuladır’ vurgusu yapılmıştır. Atatürksüz Kutlamalar ve Tarihin Uyarısı Bugün bazen milli günlerdeki paylaşımlarda Atatürk’ün görsel ya da adının sorsan bazı dangalAKPudracılar tarafından “sehven” atlandığını görürüz. Her defasında Tepkiler gelince aynı ahlaksız düzeltmeler yapılır. Oysa bu tür sembolik silinmeler yalnızca bir “görsel tercihi” değildir; tıpkı ‘Keşke yunan kazansaydı !’ diyebilecek kadar aşağılık Püsküllü meczup Mısırlıoğlu gibi Ataları belirsizler için tarihsel bir alerjinin dışavurumudur. Dünden Bugüne: Tarikatlar, Komisyonlar ve İbretlik Bağlantılar İşgal İstanbul’unda maalesef tümü menfaatçi tarikat ve cemaatlerle kurulan bağlar, istihbaratın ilgisini çeken en zayıf halkalardan biriydi. Yıllar sonra bazı aktörlerin İngiltere’de dergâhlar açması, mürit toplamaları, Türkiye’ye sık geliş gidişler yapmaları, bugün İngiltere’de görülen bazı miras ve mülkiyet davalarıyla yeniden gündeme geliyor. Burada önemli olan: İnancın saf alanı ile siyasal ve ekonomik rantın bulanık alanı birbirine karıştığında, toplumun maneviyatı törpülenir, devlet yapısı zayıflar. Dolayısıyla 30 Ağustos gibi KUTSAL bayramlarımızın manevi pusulası, bu bulanıklıkta yön gösterir. 30 Ağustos gibi KUTSAL günler yalnızca bir “zafer” değil, namus ve iffetin dikleştiği, Yanlışa karşı Doğrunun galip geldiği, ONBİNLERCE YILLIK TÜRK geçmişi ile öğünenlerin bir “duruş” tarzını hatırlatır. Milli Mücadele’de; idam fetvalarıyla işgali meşrulaştıranlara karşı “işgal edilen memlekette silaha sarılmak dini bir görevdir” diyen imanı tam – dürüstlük abidesi alimler de vardı; İngiliz muhiplerinin hizasında kalem oynatan gazetecilere karşı Anadolu’da direniş mitingleri örgütleyen kadınlar da… Kimin yanında durduğumuzu, hangi değerlerle yürüdüğümüzü sorgulatan bir mihenk taşıdır 30 Ağustos gibi KUTSAL günler. Bu, partiler üstü bir ölçüdür: Hukuk mu, işgal işbirlikçiliği mi? Vicdan mı, çıkar mı? Bilinmez lakin Polis Cemil’in omzuna çöken el, bir kadını korumak için silaha davranan ahlak; onu unutmayan el ise devletin vicdanıdır. Zaferi Kazananlar Kutlar Bugünü kavrayabilmek için dünü hatırlamak şarttır ve “Neden böyle oluyor?” sorusunun cevapları çoğu kez Milli Mücadele’nin satır aralarındadır. Bugünün aksine ‘yanlışa DUR diyen Polis Cemil’ hikâyesi, aslında iki şeyi aynı anda söyler: Bu topraklarda bir insanı numaraya indirgemeye çalışan zorbalığa karşı, onu “kardeşim” diye geri isteyen bir cumhuriyet iradesi (1) ve polis dediğimiz kurum; kanunsuz emre boyun eğmeyen, hukuktan yana duran, vatandaşını şefkatle koruyan bir karaktere bürünmek (2) zorunluluğudur. 30 Ağustos gibi bizi biz TÜRK yapan günler, yalnızca bir saygı duruşu değil “hayatın neresinde durduğumuzun” manevi pusulasıdır. Eğer bugün birileri Atatürksüz 30 Ağustos gibi KUTSAL Milli günlerimizi gölgelemeyi hayal ediyorsa, bu, pusulayı özellikle KASITLI olarak şaşırtmak istediklerindendir. Fakat pusulanın iğnesi, her seferinde aynı yönü gösterir: ATATÜRK ilkeleri doğrultusunda ÇAĞDAŞ yaşam için Bağımsızlık, hukuk, vicdan. Ruhu şad olsun Dürüstlük abidesi Türk Kelebeği - Polis Cemil Eryürek’i anımsamak, yalnızca bir hatırayı yaşatmak değil, aynı zamanda yarınki tartışmalarda doğru yöne bakabilmenin güvencesidir. Zaferi kazananlar kutlar; kutlamayanlar, aslında kim olduklarını Ataları belirsiz olduklarını vurgularcasına ifşa ederler. O yüzden, 30 Ağustos gibi Milli – KUTSAL bayramlarımız yalnızca bir günü değil, KIBLE kavramlı dürüst insan olabilme yönü ilede kutlarız. Ve o yön, dün olduğu gibi bugün de bize şunu fısıldar “Keşke yunan galip gelseydi !’’ diyebilen Meczup Püsküllü Mısırlıoğlu gibi ataları belirsizler bize tarihimizi Unutturmaya çalışanlar var olabilir; ama and olsun unutan asla biz olmayacağız. Ne mutlu Türküm diyebilene Derleme kaynağı - https://www.youtube.com/watch?v=PosCNCCVPQQ    

Polis kelebek Cemil hakkında

 

Türk Kelebeği Polis Cemil

Unutturulmaya Çalışılan Milli değerler Hafızası

Milli günler, bir takvim yaprağı olmaktan fazlasıdır; toplumsal hafızanın dümenidir. 26 Ağustos ve 30 Ağustos gibi tarihler, yalnızca savaş meydanlarını değil, bugün hâlâ içinden geçtiğimiz tartışmaların köklerini de aydınlatır “Türk mü diyelim, Türkiyeli mi?” kahve laklaklamasını savunan Ataları belirsizler  “Lozan’a, 1924 Anayasası’na niçin savaş açılıyor?” türünden boş lafları yerine tümü YOBAZ – ÇAĞDIŞI “Tarikat–cemaat yapılanmaları neden bu kadar etkili?” gibi soruların cevap aramaları aslında, işgal yıllarının karanlık dehlizlerinde saklıdır. Gençlerin bunları bilmemesi, bilenlerin de unutması için uğraş verildiği iddia edilse de, tarih ısrarla konuşur.

1919: İşgal Altında Bir Şehir, Bir Vicdan

1919’da İstanbul işgal altındaydı. Damat Ferit Hükûmeti, Türk polis teşkilatını fiilen işgal güçlerinin emrine vermişti. Genç bir polis olan Mehmet Cemil, Gülhane Parkı civarında devriye gezerken, Fransız üniforması taşıyan üç Senegalli askerin bir Türk kadınına alenen sarkıntılık ettiğine tanık oldu. Çığlıklar içindeki kadını kurtarmak için tereddüt etmeden müdahale etti. İşgal askerleri silaha davranınca, Cemil de belindeki tabancayı çekti; üç askerden biri öldü, ikisi ağır yaralandı.

Yurttaşının namus ve iffetini koruyan kahraman Cemil kaçmadı. Üniformasıyla tutuklandı ve Fransız işgal kuvvetlerinin Kumkapı’daki hapishanesine kondu. O dönemde İstanbul’un Avrupa yakası Fransızların, Anadolu yakası İngilizlerin kontrolündeydi. Altı ay süren tutukluluğun ardından işgal mahkemesine çıkarıldı ve “forsa - müebbet kürek” cezasına hükmedildi. Ayaklarına pranga vurulup bir gemiye bindirildi; önce Fransa’ya, ardından “Şeytan Adası” olarak bilinen Güney Amerika – Venezuelanın yanındaki - Fransız Guyanası’na gönderildi. Kaçışı imkânsız bu cehennem adasında artık bir ismi yoktu. O artık Mahkûm 45090 idi.

Casusluk Ağları ve Kara Propaganda

İstanbul’da bu sırada İngiliz istihbaratı çok katmanlı bir ağ işletiyordu. “Kara Jumbo” kod adlı yerel muhbirlik yapılanması Binbaşı John Bennett ve üst düzey koordinasyon ise “Ramiz Bey’’ denen Albay Nelson’a bağlanıyordu. Amaç; suikast, sabotaj, isyan örgütleme ve kara propaganda ile milli direnişi kırmaktı. Basın manipülasyonu, sahte fotoğraflar ve uydurma biyografilerle Mustafa Kemal’in meşruiyetini aşındırma çabaları, köylere uçaklarla atılan bildirilerle besleniyordu. Bugün kulağa “film” gibi gelen bu yöntemler, maalesef o günlerin çıplak gerçeğiydi.

Atası belirsizce ‘Keşke yunan kazansaydı !’ diyebilecek kadar ahmak - Püsküllü Mısırlıoğlu meczubunu severler bilemez, o atmosferde, 1453 - İstanbul fethinin kutlanması dahi yasaklanmış; patrikhane binasına Bizans bayrağı çekilmişti. İşgal kuvvetleri dilediğini tutuklayıp kurşuna diziyor, şehirde bir teslimiyet ruhu yayılıyordu. Ancak teslim olmayan bir irade vardı.

“Bir Kardeşini Unutmayan” İrade

Cemil, Şeytan Adası’nda çürümeye terk edildiğini düşündü. Fakat bir kişi onu hiç unutmadı: Mustafa Kemal. Kurtuluş Savaşı kazanılıp Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra, Fransa’nın Ankara Büyükelçisi Çankaya’ya çağrıldı. Atatürk, adil yargılanmamış Türk polisi Cemil’in memlekete iadesini bizzat talep etti. Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, diplomatik süreci izledi. On yıl süren ısrarlı yazışmaların ardından 1929’da Cemil serbest bırakıldı ve Galata rıhtımında bir kahraman gibi karşılandı.

Cemil vatanına döndüğünde 30 yaşındaydı. Giderken tek kelime Fransızca bilmiyor, döndüğünde neredeyse Türkçeyi unutmuştu ama “En güzel yıllarım heba oldu, kendi hayatımı yaşayacağım” demedi; mesleğine döndü. Pangaltı Karakolu’nda görev yaptı, istihbarata geçti, Fransızca bildiği için İslahiye Gümrük Müdürlüğü’ne pasaport memuru olarak tayin edildi. Evlendi, iki çocuğu oldu. Soyadı Kanunu’yla “Eryürek” adını aldı. Fakat on yılın ruh yaraları peşini bırakmadı; halüsinasyonlar, tedaviler derken 1944’te, 44 yaşındayken kalp kriziyle vefat etti.

Onun hikâyesi, aynı adaya sürülen Fransız mahkûm Henri Charrière’in “Kelebek” romanı ve ünlü filmindeki kadar bilinmiyor olabilir. Ama Türk Kelebeği Polis Cemil, bu ülkenin vicdan tarihinde parlak bir yer tutuyor “Beni unutmayan bir vatan vardı” dedirtiyor.

Atatürk’ün Polis Vizyonu

Ulu önder “Tıpkı Namus Kavramlı KUTSAL VATAN bekçileri Askerler gibi” Polislere barış bekçileri derdi. Cumhuriyetin ilk yıllarında polis teşkilatı okuryazarlığın dahi çok düşük olduğu, kadrosu büyük ölçüde eğitimsiz bir yapıydı. Atatürk, kanun adamlarını çağdaş bir seviyeye taşımaya kararlıydı. Çankaya’da emniyetin geleceğine dair toplantılar yaptı, “Polis Enstitüsü” kurulmasını istedi ve “Türkiye’nin en değerli hocaları” bu kuruma yön verdi. Onun ideal polis tanımı “Asker kadar disiplinli, hukukçu kadar hukuk adamı, anne kadar şefkatli” ve daha da önemlisi: “Polis vazifesini serbestçe yapmalıdır; hukuksuz bir emir, Atatürk’ten gelse bile uygulanmamalıdır” ilkesiyle, bugünün iktidarına baş eğenler yerine ideali ‘polis–siyaset–hukuk üçgenindeki pusuladır’ vurgusu yapılmıştır.

Atatürksüz Kutlamalar ve Tarihin Uyarısı

Bugün bazen milli günlerdeki paylaşımlarda Atatürk’ün görsel ya da adının sorsan bazı dangalAKPudracılar tarafından “sehven” atlandığını görürüz. Her defasında Tepkiler gelince aynı ahlaksız düzeltmeler yapılır. Oysa bu tür sembolik silinmeler yalnızca bir “görsel tercihi” değildir; tıpkı ‘Keşke yunan kazansaydı !’ diyebilecek kadar aşağılık Püsküllü meczup Mısırlıoğlu gibi Ataları belirsizler için tarihsel bir alerjinin dışavurumudur.

Dünden Bugüne: Tarikatlar, Komisyonlar ve İbretlik Bağlantılar

İşgal İstanbul’unda maalesef tümü menfaatçi tarikat ve cemaatlerle kurulan bağlar, istihbaratın ilgisini çeken en zayıf halkalardan biriydi. Yıllar sonra bazı aktörlerin İngiltere’de dergâhlar açması, mürit toplamaları, Türkiye’ye sık geliş gidişler yapmaları, bugün İngiltere’de görülen bazı miras ve mülkiyet davalarıyla yeniden gündeme geliyor. Burada önemli olan: İnancın saf alanı ile siyasal ve ekonomik rantın bulanık alanı birbirine karıştığında, toplumun maneviyatı törpülenir, devlet yapısı zayıflar. Dolayısıyla 30 Ağustos gibi KUTSAL bayramlarımızın manevi pusulası, bu bulanıklıkta yön gösterir.

30 Ağustos gibi KUTSAL günler yalnızca bir “zafer” değil, namus ve iffetin dikleştiği, Yanlışa karşı Doğrunun galip geldiği, ONBİNLERCE YILLIK TÜRK geçmişi ile öğünenlerin bir “duruş” tarzını hatırlatır. Milli Mücadele’de; idam fetvalarıyla işgali meşrulaştıranlara karşı “işgal edilen memlekette silaha sarılmak dini bir görevdir” diyen imanı tam – dürüstlük abidesi alimler de vardı; İngiliz muhiplerinin hizasında kalem oynatan gazetecilere karşı Anadolu’da direniş mitingleri örgütleyen kadınlar da… Kimin yanında durduğumuzu, hangi değerlerle yürüdüğümüzü sorgulatan bir mihenk taşıdır 30 Ağustos gibi KUTSAL günler. Bu, partiler üstü bir ölçüdür: Hukuk mu, işgal işbirlikçiliği mi? Vicdan mı, çıkar mı? Bilinmez lakin Polis Cemil’in omzuna çöken el, bir kadını korumak için silaha davranan ahlak; onu unutmayan el ise devletin vicdanıdır.

Zaferi Kazananlar Kutlar

Bugünü kavrayabilmek için dünü hatırlamak şarttır ve “Neden böyle oluyor?” sorusunun cevapları çoğu kez Milli Mücadele’nin satır aralarındadır. Bugünün aksine ‘yanlışa DUR diyen Polis Cemil’ hikâyesi, aslında iki şeyi aynı anda söyler: Bu topraklarda bir insanı numaraya indirgemeye çalışan zorbalığa karşı, onu “kardeşim” diye geri isteyen bir cumhuriyet iradesi (1) ve polis dediğimiz kurum; kanunsuz emre boyun eğmeyen, hukuktan yana duran, vatandaşını şefkatle koruyan bir karaktere bürünmek (2) zorunluluğudur.

30 Ağustos gibi bizi biz TÜRK yapan günler, yalnızca bir saygı duruşu değil “hayatın neresinde durduğumuzun” manevi pusulasıdır. Eğer bugün birileri Atatürksüz 30 Ağustos gibi KUTSAL Milli günlerimizi gölgelemeyi hayal ediyorsa, bu, pusulayı özellikle KASITLI olarak şaşırtmak istediklerindendir. Fakat pusulanın iğnesi, her seferinde aynı yönü gösterir: ATATÜRK ilkeleri doğrultusunda ÇAĞDAŞ yaşam için Bağımsızlık, hukuk, vicdan.

Ruhu şad olsun Dürüstlük abidesi Türk Kelebeği - Polis Cemil Eryürek’i anımsamak, yalnızca bir hatırayı yaşatmak değil, aynı zamanda yarınki tartışmalarda doğru yöne bakabilmenin güvencesidir. Zaferi kazananlar kutlar; kutlamayanlar, aslında kim olduklarını Ataları belirsiz olduklarını vurgularcasına ifşa ederler. O yüzden, 30 Ağustos gibi Milli – KUTSAL bayramlarımız yalnızca bir günü değil, KIBLE kavramlı dürüst insan olabilme yönü ilede kutlarız. Ve o yön, dün olduğu gibi bugün de bize şunu fısıldar “Keşke yunan galip gelseydi !’’ diyebilen Meczup Püsküllü Mısırlıoğlu gibi ataları belirsizler bize tarihimizi Unutturmaya çalışanlar var olabilir; ama and olsun unutan asla biz olmayacağız.

Ne mutlu Türküm diyebilene

Derleme kaynağı - https://www.youtube.com/watch?v=PosCNCCVPQQ

Türk Kelebeği Cemil 
Unutturulmaya Çalışılan Milli değerler Hafızası
Milli günler, bir takvim yaprağı olmaktan fazlasıdır; toplumsal hafızanın dümenidir. 26 Ağustos ve 30 Ağustos gibi tarihler, yalnızca savaş meydanlarını değil, bugün hâlâ içinden geçtiğimiz tartışmaların köklerini de aydınlatır “Türk mü diyelim, Türkiyeli mi?” kahve laklaklamasını savunan Ataları belirsizler  “Lozan’a, 1924 Anayasası’na niçin savaş açılıyor?” türünden boş lafları yerine tümü YOBAZ – ÇAĞDIŞI “Tarikat–cemaat yapılanmaları neden bu kadar etkili?” gibi soruların cevap aramaları aslında, işgal yıllarının karanlık dehlizlerinde saklıdır. Gençlerin bunları bilmemesi, bilenlerin de unutması için uğraş verildiği iddia edilse de, tarih ısrarla konuşur. 
1919: İşgal Altında Bir Şehir, Bir Vicdan
1919’da İstanbul işgal altındaydı. Damat Ferit Hükûmeti, Türk polis teşkilatını fiilen işgal güçlerinin emrine vermişti. Genç bir polis olan Mehmet Cemil, Gülhane Parkı civarında devriye gezerken, Fransız üniforması taşıyan üç Senegalli askerin bir Türk kadınına alenen sarkıntılık ettiğine tanık oldu. Çığlıklar içindeki kadını kurtarmak için tereddüt etmeden müdahale etti. İşgal askerleri silaha davranınca, Cemil de belindeki tabancayı çekti; üç askerden biri öldü, ikisi ağır yaralandı.
Yurttaşının namus ve iffetini koruyan kahraman Cemil kaçmadı. Üniformasıyla tutuklandı ve Fransız işgal kuvvetlerinin Kumkapı’daki hapishanesine kondu. O dönemde İstanbul’un Avrupa yakası Fransızların, Anadolu yakası İngilizlerin kontrolündeydi. Altı ay süren tutukluluğun ardından işgal mahkemesine çıkarıldı ve “forsa - müebbet kürek” cezasına hükmedildi. Ayaklarına pranga vurulup bir gemiye bindirildi; önce Fransa’ya, ardından “Şeytan Adası” olarak bilinen Güney Amerika – Venezuelanın yanındaki - Fransız Guyanası’na gönderildi. Kaçışı imkânsız bu cehennem adasında artık bir ismi yoktu. O artık Mahkûm 45090 idi.
Casusluk Ağları ve Kara Propaganda
İstanbul’da bu sırada İngiliz istihbaratı çok katmanlı bir ağ işletiyordu. “Kara Jumbo” kod adlı yerel muhbirlik yapılanması Binbaşı John Bennett ve üst düzey koordinasyon ise “Ramiz Bey’’ denen Albay Nelson’a bağlanıyordu. Amaç; suikast, sabotaj, isyan örgütleme ve kara propaganda ile milli direnişi kırmaktı. Basın manipülasyonu, sahte fotoğraflar ve uydurma biyografilerle Mustafa Kemal’in meşruiyetini aşındırma çabaları, köylere uçaklarla atılan bildirilerle besleniyordu. Bugün kulağa “film” gibi gelen bu yöntemler, maalesef o günlerin çıplak gerçeğiydi.
Atası belirsizce ‘Keşke yunan kazansaydı !’ diyebilecek kadar ahmak - Püsküllü Mısırlıoğlu meczubunu severler bilemez, o atmosferde, 1453 - İstanbul fethinin kutlanması dahi yasaklanmış; patrikhane binasına Bizans bayrağı çekilmişti. İşgal kuvvetleri dilediğini tutuklayıp kurşuna diziyor, şehirde bir teslimiyet ruhu yayılıyordu. Ancak teslim olmayan bir irade vardı.
“Bir Kardeşini Unutmayan” İrade
Cemil, Şeytan Adası’nda çürümeye terk edildiğini düşündü. Fakat bir kişi onu hiç unutmadı: Mustafa Kemal. Kurtuluş Savaşı kazanılıp Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra, Fransa’nın Ankara Büyükelçisi Çankaya’ya çağrıldı. Atatürk, adil yargılanmamış Türk polisi Cemil’in memlekete iadesini bizzat talep etti. Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, diplomatik süreci izledi. On yıl süren ısrarlı yazışmaların ardından 1929’da Cemil serbest bırakıldı ve Galata rıhtımında bir kahraman gibi karşılandı.
Cemil vatanına döndüğünde 30 yaşındaydı. Giderken tek kelime Fransızca bilmiyor, döndüğünde neredeyse Türkçeyi unutmuştu ama “En güzel yıllarım heba oldu, kendi hayatımı yaşayacağım” demedi; mesleğine döndü. Pangaltı Karakolu’nda görev yaptı, istihbarata geçti, Fransızca bildiği için İslahiye Gümrük Müdürlüğü’ne pasaport memuru olarak tayin edildi. Evlendi, iki çocuğu oldu. Soyadı Kanunu’yla “Eryürek” adını aldı. Fakat on yılın ruh yaraları peşini bırakmadı; halüsinasyonlar, tedaviler derken 1944’te, 44 yaşındayken kalp kriziyle vefat etti.
Onun hikâyesi, aynı adaya sürülen Fransız mahkûm Henri Charrière’in “Kelebek” romanı ve ünlü filmindeki kadar bilinmiyor olabilir. Ama Türk Kelebeği Polis Cemil, bu ülkenin vicdan tarihinde parlak bir yer tutuyor “Beni unutmayan bir vatan vardı” dedirtiyor.
Atatürk’ün Polis Vizyonu
Ulu önder “Tıpkı Namus Kavramlı KUTSAL VATAN bekçileri Askerler gibi” Polislere barış bekçileri derdi. Cumhuriyetin ilk yıllarında polis teşkilatı okuryazarlığın dahi çok düşük olduğu, kadrosu büyük ölçüde eğitimsiz bir yapıydı. Atatürk, kanun adamlarını çağdaş bir seviyeye taşımaya kararlıydı. Çankaya’da emniyetin geleceğine dair toplantılar yaptı, “Polis Enstitüsü” kurulmasını istedi ve “Türkiye’nin en değerli hocaları” bu kuruma yön verdi. Onun ideal polis tanımı “Asker kadar disiplinli, hukukçu kadar hukuk adamı, anne kadar şefkatli” ve daha da önemlisi: “Polis vazifesini serbestçe yapmalıdır; hukuksuz bir emir, Atatürk’ten gelse bile uygulanmamalıdır” ilkesiyle, bugünün iktidarına baş eğenler yerine ideali ‘polis–siyaset–hukuk üçgenindeki pusuladır’ vurgusu yapılmıştır.
Atatürksüz Kutlamalar ve Tarihin Uyarısı
Bugün bazen milli günlerdeki paylaşımlarda Atatürk’ün görsel ya da adının sorsan bazı dangalAKPudracılar tarafından “sehven” atlandığını görürüz. Her defasında Tepkiler gelince aynı ahlaksız düzeltmeler yapılır. Oysa bu tür sembolik silinmeler yalnızca bir “görsel tercihi” değildir; tıpkı ‘Keşke yunan kazansaydı !’ diyebilecek kadar aşağılık Püsküllü meczup Mısırlıoğlu gibi Ataları belirsizler için tarihsel bir alerjinin dışavurumudur. 
Dünden Bugüne: Tarikatlar, Komisyonlar ve İbretlik Bağlantılar
İşgal İstanbul’unda maalesef tümü menfaatçi tarikat ve cemaatlerle kurulan bağlar, istihbaratın ilgisini çeken en zayıf halkalardan biriydi. Yıllar sonra bazı aktörlerin İngiltere’de dergâhlar açması, mürit toplamaları, Türkiye’ye sık geliş gidişler yapmaları, bugün İngiltere’de görülen bazı miras ve mülkiyet davalarıyla yeniden gündeme geliyor. Burada önemli olan: İnancın saf alanı ile siyasal ve ekonomik rantın bulanık alanı birbirine karıştığında, toplumun maneviyatı törpülenir, devlet yapısı zayıflar. Dolayısıyla 30 Ağustos gibi KUTSAL bayramlarımızın manevi pusulası, bu bulanıklıkta yön gösterir.
30 Ağustos gibi KUTSAL günler yalnızca bir “zafer” değil, namus ve iffetin dikleştiği, Yanlışa karşı Doğrunun galip geldiği, ONBİNLERCE YILLIK TÜRK geçmişi ile öğünenlerin bir “duruş” tarzını hatırlatır. Milli Mücadele’de; idam fetvalarıyla işgali meşrulaştıranlara karşı “işgal edilen memlekette silaha sarılmak dini bir görevdir” diyen imanı tam – dürüstlük abidesi alimler de vardı; İngiliz muhiplerinin hizasında kalem oynatan gazetecilere karşı Anadolu’da direniş mitingleri örgütleyen kadınlar da… Kimin yanında durduğumuzu, hangi değerlerle yürüdüğümüzü sorgulatan bir mihenk taşıdır 30 Ağustos gibi KUTSAL günler. Bu, partiler üstü bir ölçüdür: Hukuk mu, işgal işbirlikçiliği mi? Vicdan mı, çıkar mı? Bilinmez lakin Polis Cemil’in omzuna çöken el, bir kadını korumak için silaha davranan ahlak; onu unutmayan el ise devletin vicdanıdır.
Zaferi Kazananlar Kutlar
Bugünü kavrayabilmek için dünü hatırlamak şarttır ve “Neden böyle oluyor?” sorusunun cevapları çoğu kez Milli Mücadele’nin satır aralarındadır. Bugünün aksine ‘yanlışa DUR diyen Polis Cemil’ hikâyesi, aslında iki şeyi aynı anda söyler: Bu topraklarda bir insanı numaraya indirgemeye çalışan zorbalığa karşı, onu “kardeşim” diye geri isteyen bir cumhuriyet iradesi (1) ve polis dediğimiz kurum; kanunsuz emre boyun eğmeyen, hukuktan yana duran, vatandaşını şefkatle koruyan bir karaktere bürünmek (2) zorunluluğudur.
30 Ağustos gibi bizi biz TÜRK yapan günler, yalnızca bir saygı duruşu değil “hayatın neresinde durduğumuzun” manevi pusulasıdır. Eğer bugün birileri Atatürksüz 30 Ağustos gibi KUTSAL Milli günlerimizi gölgelemeyi hayal ediyorsa, bu, pusulayı özellikle KASITLI olarak şaşırtmak istediklerindendir. Fakat pusulanın iğnesi, her seferinde aynı yönü gösterir: ATATÜRK ilkeleri doğrultusunda ÇAĞDAŞ yaşam için Bağımsızlık, hukuk, vicdan.
Ruhu şad olsun Dürüstlük abidesi Türk Kelebeği - Polis Cemil Eryürek’i anımsamak, yalnızca bir hatırayı yaşatmak değil, aynı zamanda yarınki tartışmalarda doğru yöne bakabilmenin güvencesidir. Zaferi kazananlar kutlar; kutlamayanlar, aslında kim olduklarını Ataları belirsiz olduklarını vurgularcasına ifşa ederler. O yüzden, 30 Ağustos gibi Milli – KUTSAL bayramlarımız yalnızca bir günü değil, KIBLE kavramlı dürüst insan olabilme yönü ilede kutlarız. Ve o yön, dün olduğu gibi bugün de bize şunu fısıldar “Keşke yunan galip gelseydi !’’ diyebilen Meczup Püsküllü Mısırlıoğlu gibi ataları belirsizler bize tarihimizi Unutturmaya çalışanlar var olabilir; ama and olsun unutan asla biz olmayacağız.
Ne mutlu Türküm diyebilene
Derleme kaynağı - https://www.youtube.com/watch?v=PosCNCCVPQQ

Türk Kelebeği Cemil

Unutturulmaya Çalışılan Milli değerler Hafızası

Milli günler, bir takvim yaprağı olmaktan fazlasıdır; toplumsal hafızanın dümenidir. 26 Ağustos ve 30 Ağustos gibi tarihler, yalnızca savaş meydanlarını değil, bugün hâlâ içinden geçtiğimiz tartışmaların köklerini de aydınlatır “Türk mü diyelim, Türkiyeli mi?” kahve laklaklamasını savunan Ataları belirsizler  “Lozan’a, 1924 Anayasası’na niçin savaş açılıyor?” türünden boş lafları yerine tümü YOBAZ – ÇAĞDIŞI “Tarikat–cemaat yapılanmaları neden bu kadar etkili?” gibi soruların cevap aramaları aslında, işgal yıllarının karanlık dehlizlerinde saklıdır. Gençlerin bunları bilmemesi, bilenlerin de unutması için uğraş verildiği iddia edilse de, tarih ısrarla konuşur.

1919: İşgal Altında Bir Şehir, Bir Vicdan

1919’da İstanbul işgal altındaydı. Damat Ferit Hükûmeti, Türk polis teşkilatını fiilen işgal güçlerinin emrine vermişti. Genç bir polis olan Mehmet Cemil, Gülhane Parkı civarında devriye gezerken, Fransız üniforması taşıyan üç Senegalli askerin bir Türk kadınına alenen sarkıntılık ettiğine tanık oldu. Çığlıklar içindeki kadını kurtarmak için tereddüt etmeden müdahale etti. İşgal askerleri silaha davranınca, Cemil de belindeki tabancayı çekti; üç askerden biri öldü, ikisi ağır yaralandı.

Yurttaşının namus ve iffetini koruyan kahraman Cemil kaçmadı. Üniformasıyla tutuklandı ve Fransız işgal kuvvetlerinin Kumkapı’daki hapishanesine kondu. O dönemde İstanbul’un Avrupa yakası Fransızların, Anadolu yakası İngilizlerin kontrolündeydi. Altı ay süren tutukluluğun ardından işgal mahkemesine çıkarıldı ve “forsa - müebbet kürek” cezasına hükmedildi. Ayaklarına pranga vurulup bir gemiye bindirildi; önce Fransa’ya, ardından “Şeytan Adası” olarak bilinen Güney Amerika – Venezuelanın yanındaki - Fransız Guyanası’na gönderildi. Kaçışı imkânsız bu cehennem adasında artık bir ismi yoktu. O artık Mahkûm 45090 idi.

Casusluk Ağları ve Kara Propaganda

İstanbul’da bu sırada İngiliz istihbaratı çok katmanlı bir ağ işletiyordu. “Kara Jumbo” kod adlı yerel muhbirlik yapılanması Binbaşı John Bennett ve üst düzey koordinasyon ise “Ramiz Bey’’ denen Albay Nelson’a bağlanıyordu. Amaç; suikast, sabotaj, isyan örgütleme ve kara propaganda ile milli direnişi kırmaktı. Basın manipülasyonu, sahte fotoğraflar ve uydurma biyografilerle Mustafa Kemal’in meşruiyetini aşındırma çabaları, köylere uçaklarla atılan bildirilerle besleniyordu. Bugün kulağa “film” gibi gelen bu yöntemler, maalesef o günlerin çıplak gerçeğiydi.

Atası belirsizce ‘Keşke yunan kazansaydı !’ diyebilecek kadar ahmak - Püsküllü Mısırlıoğlu meczubunu severler bilemez, o atmosferde, 1453 - İstanbul fethinin kutlanması dahi yasaklanmış; patrikhane binasına Bizans bayrağı çekilmişti. İşgal kuvvetleri dilediğini tutuklayıp kurşuna diziyor, şehirde bir teslimiyet ruhu yayılıyordu. Ancak teslim olmayan bir irade vardı.

“Bir Kardeşini Unutmayan” İrade

Cemil, Şeytan Adası’nda çürümeye terk edildiğini düşündü. Fakat bir kişi onu hiç unutmadı: Mustafa Kemal. Kurtuluş Savaşı kazanılıp Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra, Fransa’nın Ankara Büyükelçisi Çankaya’ya çağrıldı. Atatürk, adil yargılanmamış Türk polisi Cemil’in memlekete iadesini bizzat talep etti. Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, diplomatik süreci izledi. On yıl süren ısrarlı yazışmaların ardından 1929’da Cemil serbest bırakıldı ve Galata rıhtımında bir kahraman gibi karşılandı.

Cemil vatanına döndüğünde 30 yaşındaydı. Giderken tek kelime Fransızca bilmiyor, döndüğünde neredeyse Türkçeyi unutmuştu ama “En güzel yıllarım heba oldu, kendi hayatımı yaşayacağım” demedi; mesleğine döndü. Pangaltı Karakolu’nda görev yaptı, istihbarata geçti, Fransızca bildiği için İslahiye Gümrük Müdürlüğü’ne pasaport memuru olarak tayin edildi. Evlendi, iki çocuğu oldu. Soyadı Kanunu’yla “Eryürek” adını aldı. Fakat on yılın ruh yaraları peşini bırakmadı; halüsinasyonlar, tedaviler derken 1944’te, 44 yaşındayken kalp kriziyle vefat etti.

Onun hikâyesi, aynı adaya sürülen Fransız mahkûm Henri Charrière’in “Kelebek” romanı ve ünlü filmindeki kadar bilinmiyor olabilir. Ama Türk Kelebeği Polis Cemil, bu ülkenin vicdan tarihinde parlak bir yer tutuyor “Beni unutmayan bir vatan vardı” dedirtiyor.

Atatürk’ün Polis Vizyonu

Ulu önder “Tıpkı Namus Kavramlı KUTSAL VATAN bekçileri Askerler gibi” Polislere barış bekçileri derdi. Cumhuriyetin ilk yıllarında polis teşkilatı okuryazarlığın dahi çok düşük olduğu, kadrosu büyük ölçüde eğitimsiz bir yapıydı. Atatürk, kanun adamlarını çağdaş bir seviyeye taşımaya kararlıydı. Çankaya’da emniyetin geleceğine dair toplantılar yaptı, “Polis Enstitüsü” kurulmasını istedi ve “Türkiye’nin en değerli hocaları” bu kuruma yön verdi. Onun ideal polis tanımı “Asker kadar disiplinli, hukukçu kadar hukuk adamı, anne kadar şefkatli” ve daha da önemlisi: “Polis vazifesini serbestçe yapmalıdır; hukuksuz bir emir, Atatürk’ten gelse bile uygulanmamalıdır” ilkesiyle, bugünün iktidarına baş eğenler yerine ideali ‘polis–siyaset–hukuk üçgenindeki pusuladır’ vurgusu yapılmıştır.

Atatürksüz Kutlamalar ve Tarihin Uyarısı

Bugün bazen milli günlerdeki paylaşımlarda Atatürk’ün görsel ya da adının sorsan bazı dangalAKPudracılar tarafından “sehven” atlandığını görürüz. Her defasında Tepkiler gelince aynı ahlaksız düzeltmeler yapılır. Oysa bu tür sembolik silinmeler yalnızca bir “görsel tercihi” değildir; tıpkı ‘Keşke yunan kazansaydı !’ diyebilecek kadar aşağılık Püsküllü meczup Mısırlıoğlu gibi Ataları belirsizler için tarihsel bir alerjinin dışavurumudur.

Dünden Bugüne: Tarikatlar, Komisyonlar ve İbretlik Bağlantılar

İşgal İstanbul’unda maalesef tümü menfaatçi tarikat ve cemaatlerle kurulan bağlar, istihbaratın ilgisini çeken en zayıf halkalardan biriydi. Yıllar sonra bazı aktörlerin İngiltere’de dergâhlar açması, mürit toplamaları, Türkiye’ye sık geliş gidişler yapmaları, bugün İngiltere’de görülen bazı miras ve mülkiyet davalarıyla yeniden gündeme geliyor. Burada önemli olan: İnancın saf alanı ile siyasal ve ekonomik rantın bulanık alanı birbirine karıştığında, toplumun maneviyatı törpülenir, devlet yapısı zayıflar. Dolayısıyla 30 Ağustos gibi KUTSAL bayramlarımızın manevi pusulası, bu bulanıklıkta yön gösterir.

30 Ağustos gibi KUTSAL günler yalnızca bir “zafer” değil, namus ve iffetin dikleştiği, Yanlışa karşı Doğrunun galip geldiği, ONBİNLERCE YILLIK TÜRK geçmişi ile öğünenlerin bir “duruş” tarzını hatırlatır. Milli Mücadele’de; idam fetvalarıyla işgali meşrulaştıranlara karşı “işgal edilen memlekette silaha sarılmak dini bir görevdir” diyen imanı tam – dürüstlük abidesi alimler de vardı; İngiliz muhiplerinin hizasında kalem oynatan gazetecilere karşı Anadolu’da direniş mitingleri örgütleyen kadınlar da… Kimin yanında durduğumuzu, hangi değerlerle yürüdüğümüzü sorgulatan bir mihenk taşıdır 30 Ağustos gibi KUTSAL günler. Bu, partiler üstü bir ölçüdür: Hukuk mu, işgal işbirlikçiliği mi? Vicdan mı, çıkar mı? Bilinmez lakin Polis Cemil’in omzuna çöken el, bir kadını korumak için silaha davranan ahlak; onu unutmayan el ise devletin vicdanıdır.

Zaferi Kazananlar Kutlar

Bugünü kavrayabilmek için dünü hatırlamak şarttır ve “Neden böyle oluyor?” sorusunun cevapları çoğu kez Milli Mücadele’nin satır aralarındadır. Bugünün aksine ‘yanlışa DUR diyen Polis Cemil’ hikâyesi, aslında iki şeyi aynı anda söyler: Bu topraklarda bir insanı numaraya indirgemeye çalışan zorbalığa karşı, onu “kardeşim” diye geri isteyen bir cumhuriyet iradesi (1) ve polis dediğimiz kurum; kanunsuz emre boyun eğmeyen, hukuktan yana duran, vatandaşını şefkatle koruyan bir karaktere bürünmek (2) zorunluluğudur.

30 Ağustos gibi bizi biz TÜRK yapan günler, yalnızca bir saygı duruşu değil “hayatın neresinde durduğumuzun” manevi pusulasıdır. Eğer bugün birileri Atatürksüz 30 Ağustos gibi KUTSAL Milli günlerimizi gölgelemeyi hayal ediyorsa, bu, pusulayı özellikle KASITLI olarak şaşırtmak istediklerindendir. Fakat pusulanın iğnesi, her seferinde aynı yönü gösterir: ATATÜRK ilkeleri doğrultusunda ÇAĞDAŞ yaşam için Bağımsızlık, hukuk, vicdan.

Ruhu şad olsun Dürüstlük abidesi Türk Kelebeği - Polis Cemil Eryürek’i anımsamak, yalnızca bir hatırayı yaşatmak değil, aynı zamanda yarınki tartışmalarda doğru yöne bakabilmenin güvencesidir. Zaferi kazananlar kutlar; kutlamayanlar, aslında kim olduklarını Ataları belirsiz olduklarını vurgularcasına ifşa ederler. O yüzden, 30 Ağustos gibi Milli – KUTSAL bayramlarımız yalnızca bir günü değil, KIBLE kavramlı dürüst insan olabilme yönü ilede kutlarız. Ve o yön, dün olduğu gibi bugün de bize şunu fısıldar “Keşke yunan galip gelseydi !’’ diyebilen Meczup Püsküllü Mısırlıoğlu gibi ataları belirsizler bize tarihimizi Unutturmaya çalışanlar var olabilir; ama and olsun unutan asla biz olmayacağız.

Ne mutlu Türküm diyebilene

Derleme kaynağı - https://www.youtube.com/watch?v=PosCNCCVPQQ

 

 

Yazıya ifade bırak !
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.