Mersin escort Bodrum escort Bursa escort

Tuzla russian escort Alanya russian escort Kayseri russian escort Antalya russian escort Diyarbakır russian escort Anadolu yakası russian escort Adana russian escort Ataşehir russian escort Şirinevler russian escort Beylikdüzü russian escort Halkalı russian escort Maltepe russian escort Ümraniye russian escort Samsun russian escort Avcılar russian escort Pendik russian escort Beylikdüzü russian escort Maltepe russian escort Ümraniye russian escort Mersin russian escort Avrupa yakası russian escort Kocaeli russian escort Bodrum russian escort Bakırköy russian escort Kadıköy russian escort İzmir russian escort bayan Beşiktaş russian escort Eskişehir russian escort Bursa russian escort Şişli russian escort Şişli russian escort russian escort İzmir Gaziantep russian escort Ankara russian escort Denizli russian escort Samsun escort kızlar Malatya russian escort İzmir russian escorts Samsun russian escort

Guymak
Sitenin sağında bir giydirme reklam
Üstad ERGENÇ
Köşe Yazarı
Üstad ERGENÇ
 

Feleğin çemberinden geçiş gibi

          Tarihin bekleme salonunda Türkiye 2013’ten bu yana eski çizgisi kırılan ama yerine yeni bir tarihsel yön koyamayan Türkiye, adeta tarihin bekleme salonunda huzursuzca oturuyor. İktidar, ‘kas gücüyle’ ülkeyi kilitlemeye çalışırken; toplum değişim enerjisini üretmiş ama kuvveden fiile geçirememiş durumda. Ne eski cumhuriyetçi hat sürüyor, ne de yeni rejim tahayyülleri tutarlı bir gelecek sunabiliyor İki hafta önce bir söz vermiştim. Türkiye’deki gelişmeleri tarihsel bir perspektiften yorumlama gayretiyle Washington’daki Brookings Institute’da yaptığım konuşma üzerine bir yazı kaleme alacaktım. Araya Nobel Ekonomi Ödülü’nü kazanan iktisat tarihçisi Joel Mokyr ve iktisat tarihçiliği üzerine yazdığım yazı girdi. Bu yazıda iki hafta önce verdiğim sözü tutarak, yaşadığımız gelişmeleri Türkiye Cumhuriyeti tarihinin genel hikâyesi içinde nasıl düşünebiliriz sorusuna bazı cevaplar önereyim. Bu sayfayı düzenli takip edenler, bu soruyu defalarca sorduğumu ve farklı zamanlarda cevaplar aradığımı hatırlayacaklardır. Özellikle 2022–24 yılları arasında bu konuda Oksijen’de birçok yazı kaleme aldım; bunların bir bölümü Belirsiz Geçmiş Zaman kitabımda yayımlandı. O yazılarda, AKP iktidarının Cumhuriyet tarihiyle bir kopuşu temsil edip etmediğini sorguladım. Özellikle 2008 sonrasında —belki Ergenekon davalarıyla başlayan bir süreç olarak— Türkiye’nin siyasi ve kurumsal yapısında yaşanan büyük kırılmaları tartıştım. 2013 Gezi olayları, 2015’te iki seçim arasında yaşanan kanlı ve karanlık dönem ile Kürt barış sürecinin ve AKP ile Gülenciler arasındaki ittifakın çöküşü; Rusya ile yaşanan uçak düşürme krizinden sonra Türk dıș politikasının Rusya eksenine kaymaya başlaması; 2016 darbe girişimi; 2017 rejim değişikliği referandumu ve Cumhur İttifakı’nın kuruluşu; 2019 yerel seçimleri ve muhalefetin toparlanışı; büyük iktisadi bunalım ve depremler... Ve tüm bunlara rağmen 2023 seçimlerinde muhalefetin yenilgisi, iktidarın yeniden kazanması; ardından CHP’de yaşanan dönüşüm ve partinin 2024 seçimlerinde tek başına kazandığı muazzam zafer. Bu süreçte yalnızca Türkiye değil, dünya da büyük bir dönüşümden geçti: 2021’de Rusya’nın Ukrayna’yı işgal girişimi ile alevlenen yeni Rusya-Ukrayna savaşı, 7 Ekim 2023 Hamas’ın katliamı ve İsrail’in Gazze soykırımı, 2024 sonunda Suriye’de rejim değişimi, 2025 bașında Trump’ın ikinci kez başkanlık koltuğuna oturması ve dünyada esen sağ otoriter rüzgârlar…  Ve nihayet 2025 yılına geldiğimizde, Erdoğan’a meydan okuyan Ekrem İmamoğlu’nun ilk önce diplomasının tuhaf bir şekilde iptal edilip, ertesi gün, 19 Mart’ta gözaltına alınması ve tutuklanması, CHP’ye karşı genişleyen yargı operasyonu, Devlet Bahçeli’nin yeni bir “Kürt süreci” başlatması; Bahçeli ve Abdullah Öcalan’ın birlikte tasarladığı —adına ne deneceğini bilemediğim, hadi “süreç” diyelim— devlet ile PKK arasında yeni bir müzakere döneminin başlaması ve son dönemde de Erdoğan-Trump yakınlaşması, Erdoğan’ın tabiri caiz ise Trump’ın kulübüne dahil olması ve aynı zamanlarda Türkiye’de iktidara yakın bir çok şirkete operasyonlar düzenlenmesi.   2013–2025 arasındaki bu baş döndürücü gelişmeleri bir arada düşündüğümüzde ne görüyoruz? Türkiye’nin tarihsel serüveninde son on–on iki yıla baktığımızda hangi yönelimleri fark ediyoruz? Brookings’teki konuşmamda bu soruya eğildim. Elbette bu sorunun kolay bir cevabı yok. Hele bir düşünce kuruluşunda, bir buçuk saatlik bir toplantıda böylesine kapsamlı bir meseleyi bütün boyutlarıyla tartışmak zaten mümkün değil. Konuşmamda birkaç noktaya dikkat çektim. Birincisi, iktidar ittifakı içinde Türkiye’de yeni bir rejim inşasının zorunlu olduğuna inanan farklı çevrelerin varlığını vurguladım. 2017 referandumu sonrasında Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçilmesiyle birlikte aslında yeni bir rejim kuruldu denebilir. Ancak bu yapının işlemekte zorlandığı, daha önemlisi, bir çok kurumu ve kadroları tasfiye etse de Türkiye’nin eski düzenini tümüyle ortadan kaldıramadığı açık. 2017’de kurulan yeni sistem, güçlü bir toplumsal meşruiyete dayanan köklü bir kopuş yaratamadı. Yeni rejim tahayyülleri İktidar çevrelerinde, Cumhuriyet tarihinden radikal biçimde kopmak, yeni bir tarihsel anlatı inşa etmek ve Osmanlı-İslam geçmişiyle farklı bir ilişki kurmak isteyen bir grup öne çıkıyor. Bu çevre, Erdoğan’ın süre sınırı olmaksızın ülkeyi yönetmeye devam etmesini arzuluyor. Ancak Türkiye’nin ABD ve Batı dünyasından tamamen kopmasından da yana değiller. Aksine, Trump’ın ABD’yi, Batı ittifakını ve genel olarak dünya düzenini dönüştürme sürecine bakarak, Erdoğan’ın da bu yeni konjonktürde belirleyici bir rol oynayabileceğine inanıyorlar. Geleneksel Batı ittifakının bir parçası değil, ama Trump’ın şekillendirdiği “yeni dünya düzeni” içinde Erdoğan önderliğinde yeniden tanımlanmış bir Türkiye tahayyül ediyorlar. Bu grup için mesele, henüz şekli şemali tam ortaya çıkmamış bir dünya düzenine uygun bir rejim formu kurmak. Nasıl bir rejim istediklerine dair kesin bir model yok, ama genel eğilim belli: Erdoğan etrafında merkezileşmiş, bürokrasisi ve yargısı büyük ölçüde onun denetiminde olan, seçimle Erdoğan’ın devrilmesini fiilen imkânsızlaştıran; güçlü İslami referansları, güvenlik ve askerî teknolojiyi öne çıkaran; aynı zamanda Erdoğan etrafında örgütlenmiş geniş bir özel sektör ağını kontrol edebilen bir yapı. Bu noktada kaçınılmaz olarak “Post-Erdoğan dönemi” sorusu da gündeme geliyor. Farklı fraksiyonlar arasında çeşitli görüş ayrılıkları ve adaylar olsa da, Erdoğan sonrasının da yine Erdoğan tarafından şekillendirilmesi gerektiği yönünde genel bir kanaat hâkim. Bununla birlikte, iktidar ittifakının içinde MHP’nin temsil ettiği bir başka kanat, hem Türkiye’nin tarihini hem de geleceğini farklı bir eksende okuyor. Bu çevre, kendisini “bin yıllık Türk devlet geleneği”nin mirasçısı olarak tanımlıyor ve Türkiye’nin Batı dünyasına olan tarihsel angajmanını artık bir anlamda sonlandırması gerektiğini savunuyor. Onlara göre Türkiye, farklı bir jeopolitik konumlanma içine girmeli. Son dönemde Bahçeli’nin Rusya–Çin–İran–Türkiye eksenli bir ittifaktan söz etmesi ya da Kıbrıs konusunda ABD ve AB ile ilişkileri kopma noktasına getirebilecek bir “ilhak” çağrısında bulunması bu yönelimin önemli işaretleri. Türkiye’nin biçimsel anlamda bile demokratik bir hukuk devleti olma iddiası, MHP açısından bir risk oluşturuyor. MHP, kendi kontrolünde işleyen, kurumsal sınırların ötesinde bir “enformel etki alanı” tahayyül ediyor. Bu alan, Türkiye’yi demokrasi, hukuk, kamu denetimi gibi “yüklerden” kurtaran; tarihsel iddiayı, gereğinde hukuki ve denetimsel sınırlamaların dışında taşıyacak bir güç olarak kurgulanıyor. Bu çerçevede, PKK ile olası bir barış süreci de, MHP’nin tahayyülünde Türklerin büyük birader olduğu Türk-Kürt kardeşliği fikrine ve Türkiye’nin hizmetine girmiş PKK networkünün bir tür “Kürt ülkücülüğü”ne dönüştürülmesi spekülasyonlarına ya da fantezilerine konu oluyor. Tabii bu çevrede de Bahçeli sonrası MHP’nin nasıl şekilleneceği kapalı ama hararetli bir tartışma olarak da devam ediyor.  Yeni rejim kurmak zor iștir Brookings konuşmamda esasen şunu söyledim: Evet, Türkiye’de iktidar ittifakı içinde iki ana damar var ve bu iki damar yukarıda kabaca özetlediğim iki farklı rejim tahayyülü ve arzusu taşıyor. Ancak her iki tarafın da yeni bir rejim kuracak kapasiteye ya da bunun için gerekli toplumsal rızayı üretecek meşruiyete sahip olduğu söylenemez. 2013–2025 arasında baş döndürücü bir dönem yaşadık. Fakat bu süreçte iktidar ittifakı, güçlü ve tutarlı bir rejim tasarımı ortaya koyamadı. 2016’daki darbe teşebbüsü, bir “yeni rejim”in başlangıç noktası olarak düşünülmüştü ama bu da gerçekleşmedi. Türkiye, 15 Temmuz etrafında örülen o ikonografiyi, o sembolik enerjiyi kısa sürede tüketti. Bugün geriye, o dönemin artık aşınmış sembolleri kaldı. Uluslararası ortam, kuşkusuz Erdoğanizm için bir hareket alanı yaratıyor, ama bu alan da son derece kırılgan. Trump’ın yeni bir dünya düzeni kurma gücü, yeteneği ya da hatta arzusu olduğunu söylemek bir hayli zorlama olur. ABD ile Çin arasındaki rekabet, Batı bloğunu sarsıyor ama onu çökertecek büyüklükte değil. Kilitlenme ve tarihin bekleme salonu Benzer biçimde, Erdoğan çevresiyle MHP çevresinin ortak bir gelecek projesinde buluşması da kolay görünmüyor. Onun ötesinde her iki tarafın gelecek tahayyülleri, kalıcı, uzun erimli, tarihsel bir iddiaya sahip olmaktan çok uzak. Aksine, son üç-dört yılda oluşmuş, oldukça eklektik, iç tutarlılığı zayıf projelerle karşı karşıyayız. Dahası, karşımızda yaşlanmış iki liderlik yapısı var. Buna PKK’yı da eklemek gerekir. Türkiye’nin bugününde, aslında üç yaşlı, yorgun, ve güçlü ya da gerçekçi bir gelecek vizyonu üretmekten uzak liderlik ve örgüt yapısı belirleyici konumda: Erdoğan çevresi, Bahçeli çevresi ve Öcalan çevresi.  Devletin içinde de, elbette, çok sayıda farklı odak var. Kimileri Erdoğan’a, kimileri MHP’ye yakın; kimileri ise hâlâ eski Türkiye’nin kurumlarından ve reflekslerinden besleniyor. Ancak devletin içinde de yeni bir rejim kurabilecek bir kapasite ya da yetenek olduğunu söylemek güç. 2010’ların ortasından 2017’ye kadar süren devlet içinde cereyan eden adeta “iç savaș”, devlet yapısını derinden yıprattı. O kadar ki bugün devlet içinde egemen olan duygu güvensizlik, korku ve siniklik. Bu ruh hâli, ne eski rejimin yeniden inşasına, ne de yeni bir rejimin doğuşuna evrilebilecek bir enerji yaratabiliyor. Devlet, adeta kendi iç savaşlarının tortusu içinde donmuş durumda. Eğer bu tespitler doğruysa —yani iktidar ittifakı içinde yeni bir rejim kurma kapasitesi gerçekten yoksa— o zaman biz ne yaşıyoruz? Türkiye, tarihinin uzun çizgisi içinde, büyük zorluklarla ve sayısız gelgitlerle inşa edilmiş; halkın geniş kesimlerinin üzerinde uzlaştığı bazı temel prensiplere dayanıyordu: Seçimle iktidarın değişebilmesi, parlamentonun egemenliğin asli kaynağı sayılması, hukukun —her zaman olmasa da— görece bağımsız kalabilmesi, kamu yararının kurumlar aracılığıyla kurgulanabilmesi, tek adam ya da hanedan anlayışının reddi ve laikliğin asgari bir ortaklık zemini oluşturması… Ancak buna mukabil, Türkiye ekonomik kalkınma sorununu hiçbir zaman tam anlamıyla çözemedi. “Sivil cumhuriyetçilik” ve “eşit yurttaşlık” fikri, geniş bir toplumsal mutabakat olarak kök salamadı. Eșit yurttaşlık ile kolektif kimlikler arasında sağlıklı bir denge kurulamadı.  Listeyi uzatabiliriz; yapısal ve kültürel birçok eksiklik sıralanabilir. Yine de Türkiye Cumhuriyeti, hatta ondan da önce başlayan bir tarihsel yolculuğun ürünü olarak, önemli bir gelişme, modernleşme ve iyi kötü bir “demokratikleşme” performansı göstermişti. Bugün ise o çizginin kırıldığını, fakat yerine yeni bir tarihsel yönelim —yeni bir trajektori— konulamadığını görüyoruz. 2013–2025 arası yaşadığımız tam da bu: Eski çizginin kırılması, fakat yerine toplumsal rıza üreten, kapsayıcı ve evrensel bir çerçevesi olan, gerçekçi, ayakları yere basan ama umut veren yeni bir gelecek tasarımının konulamaması. Bu nedenle tuhaf bir kilitlenme içindeyiz. Türkiye, bu iktidar yapısını aşabilecek enerjiyi üretmiş durumda; ancak bu enerji bir türlü kuvveden fiile geçemiyor. İktidar ittifakı ise ülkeyi adeta “kas gücüyle” kilitlemeyi başarıyor. 2024 seçimlerinde güçlü bir gelecek tasarımı oluşturabilmiş olmasa da iktidarı değiştirme potansiyelini açıkça gösteren, yenilenmiş CHP’ye karşı başlatılan büyük yargı operasyonu, bu kilidi koruma stratejisinin bir parçası. İktidar, muhalefeti felç ederek ayakta kalabileceğine inandı. Kendi iç dengelerini sürdürmek için de, son dönemde bazı iş insanlarına ve şirketlere yönelik operasyonlarda gördüğümüz gibi, iç bünyesinde belli revizyonlara gidiyor. PKK ile yürütülen yeni müzakere sürecinin Kürt sorununun çözümüne ya da demokratikleşmeye evrilemeyeceği artık açık. Bu girişim, esasen Suriye’deki Rojava’yı Türkiye’nin etki alanına dahil etmek ve aynı zamanda muhalefet bloğunu parçalamak amacıyla kurgulanmıştı. Aksi yönde düşünmek için hayli saf olmak gerekir. Bu kilidi ne açar? Bu soruyu daha önceki yazılarımda da sormuştum; hâlâ kesin bir cevabım yok. Kürt hareketinin CHP ile kuracağı güçlü bir sol ittifak, bir dönem iktidarı değiștirecek toplumsal enerjiyi üretebilirdi. Ancak bu olasılık, DEM Parti’nin, HDP’nin yıllar içinde özenle ördüğü özgürlükçü bir muhalefet alanı kurma çabasını devam ettirmeyi tercih etmemesi sonucu şimdilik gündemden kalktı.  Bugün sahnede, gerçek anlamda toplumsal bir dinamizm yaratabilen tek muhalefet odağı olarak CHP kalmış görünüyor. CHP bu kilidi tek başına açabilir mi?  Bir tarihsel perspektiften bakarsak, Türkiye’nin adeta tarihin bekleme salonunda huzursuzca oturduğunu söyleyebiliriz. Belki Trump fırtınası diner, dünyada yeniden bir denge oluşur, bu hiper belirsizlik son bulur ve Türkiye de bu bekleme salonundan çıkar. Belki de o salonda bir sinir krizi yaşanır ve ülke kendini dışarı atar. Ya da uzun bir süre daha, orada, kapının Tanrı’nın bazı müdahaleleriyle açılmasını bekleriz. Yine de unutmayalım: Tarih sürprizlerle doludur. Ali Yaycıoğlu   2024 seçimlerinde güçlü bir gelecek tasarımı oluşturabilmiş olmasa da iktidarı değiştirme potansiyelini açıkça gösteren, yenilenmiş CHP’ye karşı başlatılan büyük yargı operasyonu, bu kilidi koruma stratejisinin bir parçası. İktidar, muhalefeti felç ederek ayakta kalabileceğine inandı. Kendi iç dengelerini sürdürmek için de, son dönemde bazı iş insanlarına ve şirketlere yönelik operasyonlarda gördüğümüz gibi, iç bünyesinde belli revizyonlara gidiyor.   PKK ile yürütülen yeni müzakere sürecinin Kürt sorununun çözümüne ya da demokratikleşmeye evrilemeyeceği artık açık. Bu girişim, esasen Suriye’deki Rojava’yı Türkiye’nin etki alanına dahil etmek ve aynı zamanda muhalefet bloğunu parçalamak amacıyla kurgulanmıştı. Aksi yönde düşünmek için hayli saf olmak gerekir.   Bu kilidi ne açar? Bu soruyu daha önceki yazılarımda da sormuştum; hâlâ kesin bir cevabım yok. Kürt hareketinin CHP ile kuracağı güçlü bir sol ittifak, bir dönem iktidarı değiștirecek toplumsal enerjiyi üretebilirdi. Ancak bu olasılık, DEM Parti’nin, HDP’nin yıllar içinde özenle ördüğü özgürlükçü bir muhalefet alanı kurma çabasını devam ettirmeyi tercih etmemesi sonucu şimdilik gündemden kalktı.    Bugün sahnede, gerçek anlamda toplumsal bir dinamizm yaratabilen tek muhalefet odağı olarak CHP kalmış görünüyor. CHP bu kilidi tek başına açabilir mi?    Bir tarihsel perspektiften bakarsak, Türkiye’nin adeta tarihin bekleme salonunda huzursuzca oturduğunu söyleyebiliriz.   Belki Trump fırtınası diner, dünyada yeniden bir denge oluşur, bu hiper belirsizlik son bulur ve Türkiye de bu bekleme salonundan çıkar. Belki de o salonda bir sinir krizi yaşanır ve ülke kendini dışarı atar. Ya da uzun bir süre daha, orada, kapının Tanrı’nın bazı müdahaleleriyle açılmasını bekleriz.   Yine de unutmayalım: Tarih sürprizlerle doludur.

Feleğin çemberinden geçiş gibi

 
 
 
 
 

Tarihin bekleme salonunda Türkiye

2013’ten bu yana eski çizgisi kırılan ama yerine yeni bir tarihsel yön koyamayan Türkiye, adeta tarihin bekleme salonunda huzursuzca oturuyor. İktidar, ‘kas gücüyle’ ülkeyi kilitlemeye çalışırken; toplum değişim enerjisini üretmiş ama kuvveden fiile geçirememiş durumda. Ne eski cumhuriyetçi hat sürüyor, ne de yeni rejim tahayyülleri tutarlı bir gelecek sunabiliyor

İki hafta önce bir söz vermiştim. Türkiye’deki gelişmeleri tarihsel bir perspektiften yorumlama gayretiyle Washington’daki Brookings Institute’da yaptığım konuşma üzerine bir yazı kaleme alacaktım. Araya Nobel Ekonomi Ödülü’nü kazanan iktisat tarihçisi Joel Mokyr ve iktisat tarihçiliği üzerine yazdığım yazı girdi. Bu yazıda iki hafta önce verdiğim sözü tutarak, yaşadığımız gelişmeleri Türkiye Cumhuriyeti tarihinin genel hikâyesi içinde nasıl düşünebiliriz sorusuna bazı cevaplar önereyim.

Bu sayfayı düzenli takip edenler, bu soruyu defalarca sorduğumu ve farklı zamanlarda cevaplar aradığımı hatırlayacaklardır. Özellikle 2022–24 yılları arasında bu konuda Oksijen’de birçok yazı kaleme aldım; bunların bir bölümü Belirsiz Geçmiş Zaman kitabımda yayımlandı. O yazılarda, AKP iktidarının Cumhuriyet tarihiyle bir kopuşu temsil edip etmediğini sorguladım. Özellikle 2008 sonrasında —belki Ergenekon davalarıyla başlayan bir süreç olarak— Türkiye’nin siyasi ve kurumsal yapısında yaşanan büyük kırılmaları tartıştım.

2013 Gezi olayları, 2015’te iki seçim arasında yaşanan kanlı ve karanlık dönem ile Kürt barış sürecinin ve AKP ile Gülenciler arasındaki ittifakın çöküşü; Rusya ile yaşanan uçak düşürme krizinden sonra Türk dıș politikasının Rusya eksenine kaymaya başlaması; 2016 darbe girişimi; 2017 rejim değişikliği referandumu ve Cumhur İttifakı’nın kuruluşu; 2019 yerel seçimleri ve muhalefetin toparlanışı; büyük iktisadi bunalım ve depremler... Ve tüm bunlara rağmen 2023 seçimlerinde muhalefetin yenilgisi, iktidarın yeniden kazanması; ardından CHP’de yaşanan dönüşüm ve partinin 2024 seçimlerinde tek başına kazandığı muazzam zafer.

Bu süreçte yalnızca Türkiye değil, dünya da büyük bir dönüşümden geçti: 2021’de Rusya’nın Ukrayna’yı işgal girişimi ile alevlenen yeni Rusya-Ukrayna savaşı, 7 Ekim 2023 Hamas’ın katliamı ve İsrail’in Gazze soykırımı, 2024 sonunda Suriye’de rejim değişimi, 2025 bașında Trump’ın ikinci kez başkanlık koltuğuna oturması ve dünyada esen sağ otoriter rüzgârlar… 

Ve nihayet 2025 yılına geldiğimizde, Erdoğan’a meydan okuyan Ekrem İmamoğlu’nun ilk önce diplomasının tuhaf bir şekilde iptal edilip, ertesi gün, 19 Mart’ta gözaltına alınması ve tutuklanması, CHP’ye karşı genişleyen yargı operasyonu, Devlet Bahçeli’nin yeni bir “Kürt süreci” başlatması; Bahçeli ve Abdullah Öcalan’ın birlikte tasarladığı —adına ne deneceğini bilemediğim, hadi “süreç” diyelim— devlet ile PKK arasında yeni bir müzakere döneminin başlaması ve son dönemde de Erdoğan-Trump yakınlaşması, Erdoğan’ın tabiri caiz ise Trump’ın kulübüne dahil olması ve aynı zamanlarda Türkiye’de iktidara yakın bir çok şirkete operasyonlar düzenlenmesi.  

2013–2025 arasındaki bu baş döndürücü gelişmeleri bir arada düşündüğümüzde ne görüyoruz? Türkiye’nin tarihsel serüveninde son on–on iki yıla baktığımızda hangi yönelimleri fark ediyoruz? Brookings’teki konuşmamda bu soruya eğildim. Elbette bu sorunun kolay bir cevabı yok. Hele bir düşünce kuruluşunda, bir buçuk saatlik bir toplantıda böylesine kapsamlı bir meseleyi bütün boyutlarıyla tartışmak zaten mümkün değil.

Konuşmamda birkaç noktaya dikkat çektim. Birincisi, iktidar ittifakı içinde Türkiye’de yeni bir rejim inşasının zorunlu olduğuna inanan farklı çevrelerin varlığını vurguladım. 2017 referandumu sonrasında Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçilmesiyle birlikte aslında yeni bir rejim kuruldu denebilir. Ancak bu yapının işlemekte zorlandığı, daha önemlisi, bir çok kurumu ve kadroları tasfiye etse de Türkiye’nin eski düzenini tümüyle ortadan kaldıramadığı açık. 2017’de kurulan yeni sistem, güçlü bir toplumsal meşruiyete dayanan köklü bir kopuş yaratamadı.

Yeni rejim tahayyülleri
İktidar çevrelerinde, Cumhuriyet tarihinden radikal biçimde kopmak, yeni bir tarihsel anlatı inşa etmek ve Osmanlı-İslam geçmişiyle farklı bir ilişki kurmak isteyen bir grup öne çıkıyor. Bu çevre, Erdoğan’ın süre sınırı olmaksızın ülkeyi yönetmeye devam etmesini arzuluyor. Ancak Türkiye’nin ABD ve Batı dünyasından tamamen kopmasından da yana değiller. Aksine, Trump’ın ABD’yi, Batı ittifakını ve genel olarak dünya düzenini dönüştürme sürecine bakarak, Erdoğan’ın da bu yeni konjonktürde belirleyici bir rol oynayabileceğine inanıyorlar. Geleneksel Batı ittifakının bir parçası değil, ama Trump’ın şekillendirdiği “yeni dünya düzeni” içinde Erdoğan önderliğinde yeniden tanımlanmış bir Türkiye tahayyül ediyorlar.

Bu grup için mesele, henüz şekli şemali tam ortaya çıkmamış bir dünya düzenine uygun bir rejim formu kurmak. Nasıl bir rejim istediklerine dair kesin bir model yok, ama genel eğilim belli: Erdoğan etrafında merkezileşmiş, bürokrasisi ve yargısı büyük ölçüde onun denetiminde olan, seçimle Erdoğan’ın devrilmesini fiilen imkânsızlaştıran; güçlü İslami referansları, güvenlik ve askerî teknolojiyi öne çıkaran; aynı zamanda Erdoğan etrafında örgütlenmiş geniş bir özel sektör ağını kontrol edebilen bir yapı. Bu noktada kaçınılmaz olarak “Post-Erdoğan dönemi” sorusu da gündeme geliyor. Farklı fraksiyonlar arasında çeşitli görüş ayrılıkları ve adaylar olsa da, Erdoğan sonrasının da yine Erdoğan tarafından şekillendirilmesi gerektiği yönünde genel bir kanaat hâkim.

Bununla birlikte, iktidar ittifakının içinde MHP’nin temsil ettiği bir başka kanat, hem Türkiye’nin tarihini hem de geleceğini farklı bir eksende okuyor. Bu çevre, kendisini “bin yıllık Türk devlet geleneği”nin mirasçısı olarak tanımlıyor ve Türkiye’nin Batı dünyasına olan tarihsel angajmanını artık bir anlamda sonlandırması gerektiğini savunuyor. Onlara göre Türkiye, farklı bir jeopolitik konumlanma içine girmeli. Son dönemde Bahçeli’nin Rusya–Çin–İran–Türkiye eksenli bir ittifaktan söz etmesi ya da Kıbrıs konusunda ABD ve AB ile ilişkileri kopma noktasına getirebilecek bir “ilhak” çağrısında bulunması bu yönelimin önemli işaretleri.

Türkiye’nin biçimsel anlamda bile demokratik bir hukuk devleti olma iddiası, MHP açısından bir risk oluşturuyor. MHP, kendi kontrolünde işleyen, kurumsal sınırların ötesinde bir “enformel etki alanı” tahayyül ediyor. Bu alan, Türkiye’yi demokrasi, hukuk, kamu denetimi gibi “yüklerden” kurtaran; tarihsel iddiayı, gereğinde hukuki ve denetimsel sınırlamaların dışında taşıyacak bir güç olarak kurgulanıyor.

Bu çerçevede, PKK ile olası bir barış süreci de, MHP’nin tahayyülünde Türklerin büyük birader olduğu Türk-Kürt kardeşliği fikrine ve Türkiye’nin hizmetine girmiş PKK networkünün bir tür “Kürt ülkücülüğü”ne dönüştürülmesi spekülasyonlarına ya da fantezilerine konu oluyor. Tabii bu çevrede de Bahçeli sonrası MHP’nin nasıl şekilleneceği kapalı ama hararetli bir tartışma olarak da devam ediyor. 

Yeni rejim kurmak zor iștir
Brookings konuşmamda esasen şunu söyledim: Evet, Türkiye’de iktidar ittifakı içinde iki ana damar var ve bu iki damar yukarıda kabaca özetlediğim iki farklı rejim tahayyülü ve arzusu taşıyor. Ancak her iki tarafın da yeni bir rejim kuracak kapasiteye ya da bunun için gerekli toplumsal rızayı üretecek meşruiyete sahip olduğu söylenemez.

2013–2025 arasında baş döndürücü bir dönem yaşadık. Fakat bu süreçte iktidar ittifakı, güçlü ve tutarlı bir rejim tasarımı ortaya koyamadı. 2016’daki darbe teşebbüsü, bir “yeni rejim”in başlangıç noktası olarak düşünülmüştü ama bu da gerçekleşmedi. Türkiye, 15 Temmuz etrafında örülen o ikonografiyi, o sembolik enerjiyi kısa sürede tüketti. Bugün geriye, o dönemin artık aşınmış sembolleri kaldı.

Uluslararası ortam, kuşkusuz Erdoğanizm için bir hareket alanı yaratıyor, ama bu alan da son derece kırılgan. Trump’ın yeni bir dünya düzeni kurma gücü, yeteneği ya da hatta arzusu olduğunu söylemek bir hayli zorlama olur. ABD ile Çin arasındaki rekabet, Batı bloğunu sarsıyor ama onu çökertecek büyüklükte değil.

Kilitlenme ve tarihin bekleme salonu
Benzer biçimde, Erdoğan çevresiyle MHP çevresinin ortak bir gelecek projesinde buluşması da kolay görünmüyor. Onun ötesinde her iki tarafın gelecek tahayyülleri, kalıcı, uzun erimli, tarihsel bir iddiaya sahip olmaktan çok uzak. Aksine, son üç-dört yılda oluşmuş, oldukça eklektik, iç tutarlılığı zayıf projelerle karşı karşıyayız.

Dahası, karşımızda yaşlanmış iki liderlik yapısı var. Buna PKK’yı da eklemek gerekir. Türkiye’nin bugününde, aslında üç yaşlı, yorgun, ve güçlü ya da gerçekçi bir gelecek vizyonu üretmekten uzak liderlik ve örgüt yapısı belirleyici konumda: Erdoğan çevresi, Bahçeli çevresi ve Öcalan çevresi. 

Devletin içinde de, elbette, çok sayıda farklı odak var. Kimileri Erdoğan’a, kimileri MHP’ye yakın; kimileri ise hâlâ eski Türkiye’nin kurumlarından ve reflekslerinden besleniyor. Ancak devletin içinde de yeni bir rejim kurabilecek bir kapasite ya da yetenek olduğunu söylemek güç.

2010’ların ortasından 2017’ye kadar süren devlet içinde cereyan eden adeta “iç savaș”, devlet yapısını derinden yıprattı. O kadar ki bugün devlet içinde egemen olan duygu güvensizlik, korku ve siniklik. Bu ruh hâli, ne eski rejimin yeniden inşasına, ne de yeni bir rejimin doğuşuna evrilebilecek bir enerji yaratabiliyor. Devlet, adeta kendi iç savaşlarının tortusu içinde donmuş durumda.

Eğer bu tespitler doğruysa —yani iktidar ittifakı içinde yeni bir rejim kurma kapasitesi gerçekten yoksa— o zaman biz ne yaşıyoruz?

Türkiye, tarihinin uzun çizgisi içinde, büyük zorluklarla ve sayısız gelgitlerle inşa edilmiş; halkın geniş kesimlerinin üzerinde uzlaştığı bazı temel prensiplere dayanıyordu: Seçimle iktidarın değişebilmesi, parlamentonun egemenliğin asli kaynağı sayılması, hukukun —her zaman olmasa da— görece bağımsız kalabilmesi, kamu yararının kurumlar aracılığıyla kurgulanabilmesi, tek adam ya da hanedan anlayışının reddi ve laikliğin asgari bir ortaklık zemini oluşturması…

Ancak buna mukabil, Türkiye ekonomik kalkınma sorununu hiçbir zaman tam anlamıyla çözemedi. “Sivil cumhuriyetçilik” ve “eşit yurttaşlık” fikri, geniş bir toplumsal mutabakat olarak kök salamadı. Eșit yurttaşlık ile kolektif kimlikler arasında sağlıklı bir denge kurulamadı.  Listeyi uzatabiliriz; yapısal ve kültürel birçok eksiklik sıralanabilir.

Yine de Türkiye Cumhuriyeti, hatta ondan da önce başlayan bir tarihsel yolculuğun ürünü olarak, önemli bir gelişme, modernleşme ve iyi kötü bir “demokratikleşme” performansı göstermişti. Bugün ise o çizginin kırıldığını, fakat yerine yeni bir tarihsel yönelim —yeni bir trajektori— konulamadığını görüyoruz.

2013–2025 arası yaşadığımız tam da bu: Eski çizginin kırılması, fakat yerine toplumsal rıza üreten, kapsayıcı ve evrensel bir çerçevesi olan, gerçekçi, ayakları yere basan ama umut veren yeni bir gelecek tasarımının konulamaması.

Bu nedenle tuhaf bir kilitlenme içindeyiz. Türkiye, bu iktidar yapısını aşabilecek enerjiyi üretmiş durumda; ancak bu enerji bir türlü kuvveden fiile geçemiyor. İktidar ittifakı ise ülkeyi adeta “kas gücüyle” kilitlemeyi başarıyor.

2024 seçimlerinde güçlü bir gelecek tasarımı oluşturabilmiş olmasa da iktidarı değiştirme potansiyelini açıkça gösteren, yenilenmiş CHP’ye karşı başlatılan büyük yargı operasyonu, bu kilidi koruma stratejisinin bir parçası. İktidar, muhalefeti felç ederek ayakta kalabileceğine inandı. Kendi iç dengelerini sürdürmek için de, son dönemde bazı iş insanlarına ve şirketlere yönelik operasyonlarda gördüğümüz gibi, iç bünyesinde belli revizyonlara gidiyor.

PKK ile yürütülen yeni müzakere sürecinin Kürt sorununun çözümüne ya da demokratikleşmeye evrilemeyeceği artık açık. Bu girişim, esasen Suriye’deki Rojava’yı Türkiye’nin etki alanına dahil etmek ve aynı zamanda muhalefet bloğunu parçalamak amacıyla kurgulanmıştı. Aksi yönde düşünmek için hayli saf olmak gerekir.

Bu kilidi ne açar? Bu soruyu daha önceki yazılarımda da sormuştum; hâlâ kesin bir cevabım yok. Kürt hareketinin CHP ile kuracağı güçlü bir sol ittifak, bir dönem iktidarı değiștirecek toplumsal enerjiyi üretebilirdi. Ancak bu olasılık, DEM Parti’nin, HDP’nin yıllar içinde özenle ördüğü özgürlükçü bir muhalefet alanı kurma çabasını devam ettirmeyi tercih etmemesi sonucu şimdilik gündemden kalktı. 

Bugün sahnede, gerçek anlamda toplumsal bir dinamizm yaratabilen tek muhalefet odağı olarak CHP kalmış görünüyor. CHP bu kilidi tek başına açabilir mi? 

Bir tarihsel perspektiften bakarsak, Türkiye’nin adeta tarihin bekleme salonunda huzursuzca oturduğunu söyleyebiliriz.

Belki Trump fırtınası diner, dünyada yeniden bir denge oluşur, bu hiper belirsizlik son bulur ve Türkiye de bu bekleme salonundan çıkar. Belki de o salonda bir sinir krizi yaşanır ve ülke kendini dışarı atar. Ya da uzun bir süre daha, orada, kapının Tanrı’nın bazı müdahaleleriyle açılmasını bekleriz.

Yine de unutmayalım: Tarih sürprizlerle doludur.

Ali Yaycıoğlu
 
2024 seçimlerinde güçlü bir gelecek tasarımı oluşturabilmiş olmasa da iktidarı değiştirme potansiyelini açıkça gösteren, yenilenmiş CHP’ye karşı başlatılan büyük yargı operasyonu, bu kilidi koruma stratejisinin bir parçası. İktidar, muhalefeti felç ederek ayakta kalabileceğine inandı. Kendi iç dengelerini sürdürmek için de, son dönemde bazı iş insanlarına ve şirketlere yönelik operasyonlarda gördüğümüz gibi, iç bünyesinde belli revizyonlara gidiyor.
 
PKK ile yürütülen yeni müzakere sürecinin Kürt sorununun çözümüne ya da demokratikleşmeye evrilemeyeceği artık açık. Bu girişim, esasen Suriye’deki Rojava’yı Türkiye’nin etki alanına dahil etmek ve aynı zamanda muhalefet bloğunu parçalamak amacıyla kurgulanmıştı. Aksi yönde düşünmek için hayli saf olmak gerekir.
 
Bu kilidi ne açar? Bu soruyu daha önceki yazılarımda da sormuştum; hâlâ kesin bir cevabım yok. Kürt hareketinin CHP ile kuracağı güçlü bir sol ittifak, bir dönem iktidarı değiștirecek toplumsal enerjiyi üretebilirdi. Ancak bu olasılık, DEM Parti’nin, HDP’nin yıllar içinde özenle ördüğü özgürlükçü bir muhalefet alanı kurma çabasını devam ettirmeyi tercih etmemesi sonucu şimdilik gündemden kalktı. 
 
Bugün sahnede, gerçek anlamda toplumsal bir dinamizm yaratabilen tek muhalefet odağı olarak CHP kalmış görünüyor. CHP bu kilidi tek başına açabilir mi? 
 
Bir tarihsel perspektiften bakarsak, Türkiye’nin adeta tarihin bekleme salonunda huzursuzca oturduğunu söyleyebiliriz.
 
Belki Trump fırtınası diner, dünyada yeniden bir denge oluşur, bu hiper belirsizlik son bulur ve Türkiye de bu bekleme salonundan çıkar. Belki de o salonda bir sinir krizi yaşanır ve ülke kendini dışarı atar. Ya da uzun bir süre daha, orada, kapının Tanrı’nın bazı müdahaleleriyle açılmasını bekleriz.
 
Yine de unutmayalım: Tarih sürprizlerle doludur.
Yazıya ifade bırak !
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.