Mersin escort Bodrum escort Bursa escort

Tuzla russian escort Alanya russian escort Kayseri russian escort Antalya russian escort Diyarbakır russian escort Anadolu yakası russian escort Adana russian escort Ataşehir russian escort Şirinevler russian escort Beylikdüzü russian escort Halkalı russian escort Maltepe russian escort Ümraniye russian escort Samsun russian escort Avcılar russian escort Pendik russian escort Beylikdüzü russian escort Maltepe russian escort Ümraniye russian escort Mersin russian escort Avrupa yakası russian escort Kocaeli russian escort Bodrum russian escort Bakırköy russian escort Kadıköy russian escort İzmir russian escort bayan Beşiktaş russian escort Eskişehir russian escort Bursa russian escort Şişli russian escort Şişli russian escort russian escort İzmir Gaziantep russian escort Ankara russian escort Denizli russian escort Samsun escort kızlar Malatya russian escort İzmir russian escorts Samsun russian escort

Guymak
Sitenin sağında bir giydirme reklam
Kemal ULUSOY
Köşe Yazarı
Kemal ULUSOY
 

Tarihe yolculuk gibi

        Thalassa! Çığlığı Rüyamda evrenin merkezi ! (illaki) TRabzon geçmişine seyehat. Karların hâlâ dağların zirvesinde parladığı bir sabahtı. İran - Pers askerlerini kovalarken Anadolu’da yollarını kaybeden yorgun askerler, adımlarını taşlı yamaçlarda sürüklerken, gözleri ufkun ardında parıldayan bir maviliğe ilişti. Önce kimse inanamadı. Bir parıltı, göğe yansıyan bir ışık mıydı, yoksa gerçekten deniz miydi? Sonra bir anda, en öndeki asker “Thalassa! Thalassa!- Deniz Deniz” diye bağırdı: Ses, dağların yankısıyla büyüdü. Arkasından yüzlerce, binlerce boğaz aynı kelimeyi haykırdı. O an sanki gökyüzü bile çınladı. Yıllardır bilmedikleri topraklarda kaybolan Onbinler için bu çığlık, açlığın, uykusuzluğun, korkunun son bulacağına dair bir işaretti. Deniz, memleketlerine giden yolun başlangıcıydı. O anki sevinç, savaş meydanındaki hiçbir zaferle kıyaslanamazdı.   Ksenophon atının üzerinde, askerlerinin yüzlerindeki ışığı izliyordu. Gözleri kızarmış, saçları dağılmış bu adamlar birden yeniden gençleşmiş gibiydi. Çünkü deniz demek, dönüş demekti. Trabzon kıyıları aşağıda uzanıyordu. Küçük evlerden, dumanı tüten ocaklardan ibaret bir yerleşim. Ama onlar için cennetin kapısı gibiydi. Orada yemek, barınak, belki gemiler bulabileceklerdi. Fakat Ksenophon’un içi rahat değildi. Her yeni toprak, yeni bir sınav demekti. Burada halk onları dost mu görecek, yoksa düşman mı? Onbinler dağlardan aşağı inmeye başladığında, Trabzon’un köylüleri tepelerden onları seyrediyordu. Kadınlar çocuklarını kucakladı, yaşlılar dua etti, balıkçılar ağlarını bırakıp denize açılmayı erteledi. Yabancılar geliyordu; hem de çok kalabalık yabancılar. Köyün en yaşlısı “Bunlar bizim bildiğimiz tüccarlara benzemiyor. Bunlar savaşçı” diye yanındakilere fısıldadı Kalabalık sayıda Askerler aşağı indikçe, köylerde huzursuzluk arttı. Trabzonlular daha önce kolonilerden gelen Yunanlılarla ticaret yapmıştı, ama böylesi kalabalık bir orduyu hiç görmemişlerdi. Kimi köylü kapılarını kapattı, kimi ormana kaçtı. Bazılarıysa merakla sahile indi “Bu insanlar ne istiyor?” diye bakmaya başladı. Ksenophon daha sonra adını verdiği bugünün Zafanos köyü önünde ordusunu durdurdu ve ileriye baktı. Halkın korkusunu hissetmişti. Yanındaki subaylarına döndü ve “Onlara zarar vermek istemiyoruz. Ama bize yiyecek, barınak ve gemi lazım. Önce güvenlerini kazanmamız gerek” dedi. Fakat askerler arasında homurtular yükseliyordu. Çok uzun zamandır doğru dürüst yemek yememişlerdi. Gözleri sahildeki ağlarda asılı balıklara, köylerdeki ambarlara kayarken, Trabzonlular bu ilk temas için temkinliydi. Köyün ileri gelenleri toplandı. Aralarında biri “Onlara kapıları kapatalım. Eğer yiyecek isterlerse, karşılığını ödeyebilecekler mi? Yoksa alıp giderler mi?” deyince, diğeri “Yunanlıların gemileriyle ticaret yaptık, ama bu kalabalık ordunun niyeti farklı olabilir. Onlara güven olmaz” diye cevap verdi. Askerler kıyıya indiğinde, ilk temas zor oldu. Yorgun savaşçılar ekmek, balık ve su istedi. Fakat Trabzonlular çekingen davrandı. Kimileri birkaç somun ekmek verip geri çekildi, kimileri ise hiç yaklaşmadı. Ordu içinde sabırsızlık büyüyordu. Bazı askerler zorla ambarlara girmeyi düşündü. Ksenophon bunu duyunca “Hayır! Eğer zorla alırsak, bu topraklar bize cehennem olur. Önce konuşacağız” diye öfkeyle bağırdı. Trabzon halkıyla ilk ciddi görüşme, sahildeki bir kilisenin önünde yapıldı. Köylüler, başlarında beyaz sakallı bir rahip, ellerinde ekmek ve zeytinle geldiler. Korkuyla ama bir nebze merakla, Ksenophon karşısına çıktılar. Rahip titrek bir sesle “Siz kimsiniz, neden buraya geldiniz ?” diye sordu. Ksenophon derin bir nefes aldı ve “Biz Yunanlı askerleriz. Memleketimize dönmek için denize ulaşmaya çalışıyoruz. Size zarar vermek istemiyoruz” şeklinde güven verici tarzda cevapladı: Aksanları değişik olsada, her denileni anlayan Rahip ve yanındakiler bu sözleri dikkatle dinledi. Yüzlerinde hâlâ kuşku vardı. Ama aynı zamanda onbinlerin açlık ve yorgunluğu gözlerinden okunuyordu. Trabzonlular fısıldaşarak kendi aralarında konuştu. Bir kısmı onlara yardım etmek gerektiğini savundu; diğerleri ise “Bunlar kalabalık, bir gün dost görünürler ama ertesi gün zorla alırlar” diye korkuyordu. İşte Trabzon’da ilk gün böyle geçti: umut, korku, merak ve belirsizlik iç içe. Onbinler seneler sonra denizi bulmuştu, ama dönüş yolunun daha başlangıcındaydılar. Trabzonlular, İyonya - Yunan denizinden gelen askerleri hem korku hem de merakla izliyordu. Onbinler, açlık ve yorgunluktan güçsüz düşmüş, ama hâlâ askeri savaş disiplinini koruyordu. Halkın gözünde bu yabancılar, bir yandan tehdit, bir yandan da ticaret fırsatıydı.  Yinede balıkçılar, sahilden kayıklarını çekip evlerinin arkasına sakladı. Kadınlar, buğday ambarlarını kilitledi. Çocuklar ise askerlerin garip zırhlarına, miğferlerine hayranlıkla bakıyordu. İlk günün akşamında, Trabzon’un ileri gelenleri toplandı ve “Bu kadar yabancıyı nasıl idare edeceğiz ?” diye sordular. Bazıları “Onlara yiyecek verelim, gitmelerine yardım edelim” dedi.  Diğerleri ise “Onlar aç, güçlü ve kalabalık. Bizim yiyeceğimiz bir hafta yetmez. Eğer doymak bilmezlerse bizi yağmalarlar” diye uyardı. Keza Ksenophon, askerlerinin arasında huzursuzluğu hissediyordu. Bir grup asker “Bunlar korkak köylüler. İstediğimizi alırız” diyordu. Ama Ksenophon ellerini kaldırarak “Hayır! Eğer zor kullanırsak, bu kıyı bizim için bir tuzağa dönüşür. Halkı ikna etmeliyiz. Onlara altınlarımız var, ticaret yapabiliriz deriz” diyerek onları susturdu Ertesi sabah, Trabzon halkı sahile tekrar indi. Yanlarında balık, ekmek ve birkaç testi şarap vardı. Yavaşça askerlere yaklaştılar. Önce bir sessizlik oldu. Sonra yaşlı bir balıkçı, Ksenophon’a doğru bir sepet balık uzattı. Bu küçük jest, iki taraf arasında buzları eriten ilk adım olduysada sorunlar hemen çözülmedi. Halk, askerlerin çokluğundan ürküyordu. Her an saldırıya uğrayabileceklerini düşünüyorlardı. Yunan askerleri ise verilen yiyeceklerin yetersiz olduğunu söylüyor, daha fazlasını istiyor, kimi genç asker sabırsızca “Alıp gidelim!” diye bağırdı. Ksenophon yine öfkeyle öne atılıp “Sabır! Onların güvenini kazanmalıyız” dedi. Trabzonlu bir kadın, askerlerin yorgunluğunu görünce merhamete kapıldı. Birkaç ekmek ve peynir getirdi. Çocukları askerlerin mızraklarına dokunmak istedi. Bu küçük sahne, halkla askerler arasında ilk insani bağ oldu. Ama aynı anda bazı Trabzonlular “Eğer kalırlarsa köyümüzü tüketirler” diye fısıldaşıyordu Akşamüstü sahilde bir ateş yakıldı. Ksenophon, halkın ileri gelenlerini ateşin etrafına davet etti. Yunan şarabı ile Trabzonlu balıkların aynı sofrada buluştuğu bu toplantı, sanki bir “zorunlu kardeşlik” gibiydi. Ama dilleşmiş lehçe - kültür farklıydı. Çevirmenler aracılığıyla konuşmalar yapıldı. Güven hâlâ zayıftı.  O gece, askerlerden bir grup sabırsızlanarak bir köy ambarına girdi. Birkaç çuval buğdayı gizlice almak istediler. Trabzonlular bağırarak köyü ayağa kaldırdı. Neredeyse çatışma çıkıyordu. Ksenophon hemen oraya koştu ve “Disipline ihanet eden, ordunun felaketine sebep olur. Biz buraya düşman değil, yolcu olarak geldik” diye askerlerini sert bir şekilde azarladı Bu olaydan sonra Trabzon halkı daha da temkinli oldu. Ksenophon, sabaha karşı köyün ileri gelenlerine giderek özür diledi. Onlara altın gösterdi ve “Yiyecek ve gemi için ödeme yapacağız. Hakkınızı gasp etmeyeceğiz” dedi Halk, bu sözlere biraz olsun ikna oldu. Çünkü altın, herkes için geçerli bir dildi. Böylece iki taraf arasında kırılgan bir denge kuruldu. Halk yiyecek sağladı, askerler karşılığında altın verdi. Ama gökyüzünde hâlâ bir belirsizlik vardı. Trabzonlular, bu onbinlerin bir an önce gitmesini istiyordu. Onbinler ise, Yunanistan’a dönebilmek için gemi bulmayı umuyordu ama Günler ilerledikçe ilişkiler gerginleşti. Trabzonlular yiyecek veriyordu ama askerlerin iştahı büyüktü. Her gün yüzlerce kişi için ekmek, balık, şarap bulmak kolay değildi. Köyün ileri gelenleri şikâyet etmeye başladı “Tarlamızda bu kadar ürün yok. Balığımız da tükeniyor. Ya giderler ya da bizi aç bırakırlar” demeye başladı. Ksenophon, yerel halkın tepkisini azaltmak için disiplin kurallarını sertleştirdi. Askerlere “Kim ki köylüden zorla bir şey alır, ölümle cezalandırılacak” dedi. Bu kural, kısa süreliğine huzuru sağladı. Ama ordunun içinde homurdanmalar yükseliyordu. Bir gün genç bir asker “Biz savaştık, hayatta kaldık. Şimdi açlıktan ölecek miyiz? Bu köylüler bizi oyalıyor !” diye bağırınca diğer askerler ona katıldı.  Ama Ksenophon yine sertçe “Ya sabredersiniz ya da hepimiz burada ölürüz. Düşmanımız bu halk değil, açlık ve yolun zorluklarıdır” diye karşılık verdi Trabzonlularla pazarlık sürerken, bir başka sorun ortaya çıktı: din ve gelenek farkları. Yunan askerleri tanrılarına kurban kesmek istiyordu. Trabzonlular ise kendi inançlarının topraklarında bu kadar gösterişli törenler yapılmasından huzursuz oldu. Bir akşam, askerler büyük bir ateş yakıp kurban sundular. Davullar, şarkılar, bağırışlar geceyi doldurdu. Trabzonlular korkuyla evlerine çekilirken “Bu insanlar tanrılarını çağırıyor. Yarın bizden daha fazlasını isteyecekler” diye söylendiler. Ertesi sabah halk, Ksenophon’a “Bizim köylerimizi yakıyorsunuz, tanrılarımızı kızdırıyorsunuz” diye şikâyet ettiler. Ksenophon onları dinledi, sonra askerlerine dönerek “Ritüellerinizi yapın ama bu topraklara saygı gösterin. Biz misafiriz” dedi. Fakat zamanla bir başka sorun doğdu: Kadınlar. Askerler, köylerdeki kadınlara bakıyor, bazıları onları rahatsız ediyordu. Bu durum büyük öfke yarattı. Bir Trabzonlu genç, kız kardeşini rahatsız eden askerlere taş attı. Çatışma çıktı. Yunan askerleri gencin üzerine yürüyünce Ksenophon hemen araya girdi. Genç askeri cezalandırdı ve “Kadınlara el uzatan, ordumuzun yüzünü kara çıkarır” dedi. Ama halkın güveni yine sarsılmıştı. Bu kez açıkça “Bir an önce gidin. Sizinle aynı topraklarda yaşamak istemiyoruz” diye açıkça yüzlerine söylediler Ordu içinde de sabırsızlık artıyordu. Geri dönüş yolu için gemiler lazımdı. Trabzonluların limanında birkaç gemi vardı ama onbinlerce insanı taşımaya yetmezdi.  Ksenophon, halkın ileri gelenlerine altın gösterdi ve “Gemilerinizi satın alacağız” dediysede, halk başlarını sallayıp “O gemiler bizim hayatımız. Onları veremeyiz” diye verdikleri cevap askerlerin öfkesini artırdı. Bazıları “O gemileri zorla alalım” diye bağırdı. Ama Ksenophon araya girip yine sabır istedi. Çünkü biliyordu ki, şayet Trabzonlulara saldırırlarsa tüm Karadeniz halkı onlara düşman olurdu. İlişkiler kırılgan bir ip üzerinde yürüyordu.  Zaman ilerledikçe, askerlerle Trabzonlular arasında hem gerginlik hem de alışveriş devam etti. Bazı köylüler, Yunan altınlarını görünce daha istekli ticaret yapmaya başladı. Ama diğerleri “Altın karın doyurmaz, kış yaklaşıyor” diyerek geri durdu. Köy meydanında sık sık tartışmalar yaşanıyordu. Askerler yiyecek isterken, köylüler “Bizim çocuklarımız da aç” diyordu.  Bazen küçük çatışmalar çıktı. Taşlar atıldı, kılıçlar çekildi. Ama büyük bir savaş çıkmadı; çünkü iki taraf da bunun felaket olacağını biliyordu. Trabzonlu rahip, Ksenophon’la sık sık buluştu. Ona “Biz sizin düşmanınız olmak istemiyoruz. Ama siz gidene kadar huzur bulamayacağız” deyince, Ksenophon iç çekti “Biz de gitmek istiyoruz. Ama yol uzun. Gemisiz nasıl döneriz ?” diye cevap verdi.  Ordu içinde de sıkıntılar büyüyordu. Askerler sabırsızdı, disiplin zayıflıyordu. Bazıları Trabzonlularla kavga etmek istiyor, bazıları ise köylülerle dost olmaya çalışırken ordu ikiye bölünmüş gibiydi: sabırlılar ve sabırsızlar. Bir gün Trabzonlu bir grup, gizlice askerlerin çadırlarından yiyecek çalmaya çalıştı. Yakalanınca büyük bir kavga çıktı. Askerler “Onlar da bizden çalıyor !” diye bağırdı. Ksenophon, iki tarafı ayırmak için araya girsede bu olay, artık güvenin ne kadar kırılgan olduğunu gösterdi. Buna rağmen, bazı dostluklar da doğdu. Yunan askerleriyle Trabzonlu balıkçılar arasında küçük alışverişler başladı. Bir asker, kılıcını bir balıkçıya verip karşılığında birkaç gün yiyecek aldı ve bu küçük sahneler, savaşın ortasında insanlığın unutulmadığını gösterdi. Trabzonlu gençler, askerlerin günlük savaş oyunlarını izlemekten keyif aldı. Mızrak atma, kalkan dövüşleri, bağırışlar... Çocuklar bu sahneleri büyülenmiş gibi izliyordu. Ama aynı zamanda köylüler “Bu adamlar ne kadar güçlü. Eğer isterlerse köyümüzü yok ederler” Aralarında fısıldıyordu. Bir gün Karayel istikametinden büyük bir fırtına çıktı. Dalgalar kıyıyı dövdü, kayıkları parçaladı. Askerler ve Trabzonlular aynı anda sahile koştu, kayıkları kurtarmaya çalıştı. İlk kez iki taraf omuz omuza çalıştı. O gün, aralarında kısa süreliğine bir kardeşlik doğdu. Ama ertesi gün yine aynı sorun başladı: yiyecek. Onbinlerin karnı bir türlü doymuyordu. Trabzonlular ise “Kendi halkımızı aç bırakamayız” diye direnirken arada kalan zavallı Ksenophon, sabırla her iki tarafı dengelemeye çalışıyordu. Böylece gergin bir barış sürdü. İki taraf da birbirine güvenmiyordu, ama birbirine mecburdu. Onbinler için Trabzon, hem kurtuluşun kapısı hem de yeni bir sınav olmuştu. Haftalar geçmişti. Ordu hâlâ Trabzon’daydı. Ksenophon artık bir karar vermek zorundaydı. Yunanistan’a dönmek için gemi bulmalıydılar. Trabzonlular ise sabırsızlanıyordu: “Artık gidin!” diyorlardı. Sonunda, sahildeki tüccarlardan birkaç gemi satın alındı. Altınlar verildi, anlaşmalar yapıldı. Ama bu gemiler onbinlerce kişiyi taşımaya yetmiyordu. Bir kısmı bekleyecek, daha sonra yola çıkacaktı. Trabzonlular, askerlerin ayrılış hazırlığını gördükçe rahatladı. Ama aynı zamanda, bu günlerin unutulmaz bir iz bırakacağını da hissettiler. Çünkü böyle bir orduyu bir daha görmeyeceklerdi.  Son gece, sahilde büyük bir ateş yakıldı. Askerler şarkılar söyledi, dans etti. Trabzonlular uzaktan izledi. Kimi merakla, kimi korkuyla, kimi hayranlıkla... Ksenophon, ateşin yanında durup denize baktı ve içinden “Bu yolculuk bizi öldürmedi, ama değiştirdi. Biz artık eski biz değiliz” geçirirken, Trabzonlu rahip yanına geldi ve“Siz buradan gideceksiniz. Ama bu denizin sesi, burada kalan bizde de yankılanacak” diye kulağına fısıldadı Ertesi sabah gemiler yola çıktı. Kıyıda kalan askerler, ileride yeni ayrılanlar gibi gidiş fırsatları aramak için bekleyecekti. Trabzonlular, onların arkasından baktı. Gidenler için dua edenler de vardı, lanet okuyanlar da.  Ama herkes biliyordu ki, o günler artık unutulmaz bir anı olmuştu. Onbinlerin “Thalassa ! Thalassa ! – Deniz Deniz” çığlığı hâlâ dağların tepesinde yankılanıyordu.  Trabzon çocukları yıllar sonra büyüdüklerinde “Bir gün denizden gelen binlerce yabancı bizim köylerimize geldi” diye anlatacaklardı.  Artık bu öykü, şehrin belleğine kazındı. Onbinler için Trabzon, dönüş yolunun en önemli durağı olmuştu. Halk içinse, tarihin en tuhaf misafirliği... Bu karşılaşma, belki farklı kültürlerin çatıştığı ama aynı zamanda birbirine dokunduğu bir andı ve böylece “Thalassa ! - Deniz” çığlığıyla başlayan hikâye, Karadeniz’in dalgalarıyla sona erdi.  Ksenophon ve askerleri yollarına devam etti. Trabzonlular ise kendi yaşamlarına döndü. Ama o çığlık, yüzyıllar boyunca hala şehrin, ormanlarında, Zigana dağlarında kıyılarıda yankılanmaya devam ederken, köklü gurbetçi Trabzonlular için Deniz, hep kurtuluşun sembolü olarak kaldı. Not: Onbinler denen Yunan askerleri aslında MÖ 401’de Pers prensi Genç Kyros, ağabeyi II. Artakserkses’e karşı taht mücadelesi için paralı asker topladı. Çoğu Yunanlı hoplitlerden (ağır zırhlı piyade) oluşan yaklaşık 13.000 asker Kyros’un ordusuna katıldığında 10.400 hoplit (ağır zırhlı piyade) ve yaklaşık 2.500 peltast (hafif piyade, okçu, mızrakçı) bulunuyordu.   Fakat Kunaksa Savaşı’nda (MÖ 401) Kyros ölünce, ordu sahipsiz kaldı. Persler Yunan baş komutanları hileyle öldürünce daha sonra tarihçi yazar olacak - Ksenophon ve birkaç komutan öne çıkarak ordunun liderliğini üstlendi. Uzun ve meşakkatli takipte yapılan Savaşlar, açlık ve ihanetler nedeniyle askerlerin sayıları hızla azaldı.  Geri Dönüş yoluna çıkanların sayısı yaklaşık 10.000 kişi  olduğundan Ksenophon’un eseri “Anabasis – Onbinlerin Dönüşü” adını aldı. Dağları, çölleri, düşman saldırılarını aşan ordu, nihayet Zigana tepesinden Karadeniz kıyısına ulaştığında hâlâ yaklaşık 8–9 bin kişilik bir güçtü.  Trabzon (Trapezus-Trapezunda) yakınında denizi gördüklerinde attıkları çığlık tarihe “Thalassa! Thalassa!” – Deniz! Deniz! Diye geçmişti….       Thalassa! Çığlığı Rüyamda evrenin merkezi ! (illaki) TRabzon geçmişine seyehat. Karların hâlâ dağların zirvesinde parladığı bir sabahtı. İran - Pers askerlerini kovalarken Anadolu’da yollarını kaybeden yorgun askerler, adımlarını taşlı yamaçlarda sürüklerken, gözleri ufkun ardında parıldayan bir maviliğe ilişti. Önce kimse inanamadı. Bir parıltı, göğe yansıyan bir ışık mıydı, yoksa gerçekten deniz miydi? Sonra bir anda, en öndeki asker “Thalassa! Thalassa!- Deniz Deniz” diye bağırdı: Ses, dağların yankısıyla büyüdü. Arkasından yüzlerce, binlerce boğaz aynı kelimeyi haykırdı. O an sanki gökyüzü bile çınladı. Yıllardır bilmedikleri topraklarda kaybolan Onbinler için bu çığlık, açlığın, uykusuzluğun, korkunun son bulacağına dair bir işaretti. Deniz, memleketlerine giden yolun başlangıcıydı. O anki sevinç, savaş meydanındaki hiçbir zaferle kıyaslanamazdı.   Ksenophon atının üzerinde, askerlerinin yüzlerindeki ışığı izliyordu. Gözleri kızarmış, saçları dağılmış bu adamlar birden yeniden gençleşmiş gibiydi. Çünkü deniz demek, dönüş demekti. Trabzon kıyıları aşağıda uzanıyordu. Küçük evlerden, dumanı tüten ocaklardan ibaret bir yerleşim. Ama onlar için cennetin kapısı gibiydi. Orada yemek, barınak, belki gemiler bulabileceklerdi. Fakat Ksenophon’un içi rahat değildi. Her yeni toprak, yeni bir sınav demekti. Burada halk onları dost mu görecek, yoksa düşman mı? Onbinler dağlardan aşağı inmeye başladığında, Trabzon’un köylüleri tepelerden onları seyrediyordu. Kadınlar çocuklarını kucakladı, yaşlılar dua etti, balıkçılar ağlarını bırakıp denize açılmayı erteledi. Yabancılar geliyordu; hem de çok kalabalık yabancılar. Köyün en yaşlısı “Bunlar bizim bildiğimiz tüccarlara benzemiyor. Bunlar savaşçı” diye yanındakilere fısıldadı Kalabalık sayıda Askerler aşağı indikçe, köylerde huzursuzluk arttı. Trabzonlular daha önce kolonilerden gelen Yunanlılarla ticaret yapmıştı, ama böylesi kalabalık bir orduyu hiç görmemişlerdi. Kimi köylü kapılarını kapattı, kimi ormana kaçtı. Bazılarıysa merakla sahile indi “Bu insanlar ne istiyor?” diye bakmaya başladı. Ksenophon daha sonra adını verdiği bugünün Zafanos köyü önünde ordusunu durdurdu ve ileriye baktı. Halkın korkusunu hissetmişti. Yanındaki subaylarına döndü ve “Onlara zarar vermek istemiyoruz. Ama bize yiyecek, barınak ve gemi lazım. Önce güvenlerini kazanmamız gerek” dedi. Fakat askerler arasında homurtular yükseliyordu. Çok uzun zamandır doğru dürüst yemek yememişlerdi. Gözleri sahildeki ağlarda asılı balıklara, köylerdeki ambarlara kayarken, Trabzonlular bu ilk temas için temkinliydi. Köyün ileri gelenleri toplandı. Aralarında biri “Onlara kapıları kapatalım. Eğer yiyecek isterlerse, karşılığını ödeyebilecekler mi? Yoksa alıp giderler mi?” deyince, diğeri “Yunanlıların gemileriyle ticaret yaptık, ama bu kalabalık ordunun niyeti farklı olabilir. Onlara güven olmaz” diye cevap verdi. Askerler kıyıya indiğinde, ilk temas zor oldu. Yorgun savaşçılar ekmek, balık ve su istedi. Fakat Trabzonlular çekingen davrandı. Kimileri birkaç somun ekmek verip geri çekildi, kimileri ise hiç yaklaşmadı. Ordu içinde sabırsızlık büyüyordu. Bazı askerler zorla ambarlara girmeyi düşündü. Ksenophon bunu duyunca “Hayır! Eğer zorla alırsak, bu topraklar bize cehennem olur. Önce konuşacağız” diye öfkeyle bağırdı. Trabzon halkıyla ilk ciddi görüşme, sahildeki bir kilisenin önünde yapıldı. Köylüler, başlarında beyaz sakallı bir rahip, ellerinde ekmek ve zeytinle geldiler. Korkuyla ama bir nebze merakla, Ksenophon karşısına çıktılar. Rahip titrek bir sesle “Siz kimsiniz, neden buraya geldiniz ?” diye sordu. Ksenophon derin bir nefes aldı ve “Biz Yunanlı askerleriz. Memleketimize dönmek için denize ulaşmaya çalışıyoruz. Size zarar vermek istemiyoruz” şeklinde güven verici tarzda cevapladı: Aksanları değişik olsada, her denileni anlayan Rahip ve yanındakiler bu sözleri dikkatle dinledi. Yüzlerinde hâlâ kuşku vardı. Ama aynı zamanda onbinlerin açlık ve yorgunluğu gözlerinden okunuyordu. Trabzonlular fısıldaşarak kendi aralarında konuştu. Bir kısmı onlara yardım etmek gerektiğini savundu; diğerleri ise “Bunlar kalabalık, bir gün dost görünürler ama ertesi gün zorla alırlar” diye korkuyordu. İşte Trabzon’da ilk gün böyle geçti: umut, korku, merak ve belirsizlik iç içe. Onbinler seneler sonra denizi bulmuştu, ama dönüş yolunun daha başlangıcındaydılar. Trabzonlular, İyonya - Yunan denizinden gelen askerleri hem korku hem de merakla izliyordu. Onbinler, açlık ve yorgunluktan güçsüz düşmüş, ama hâlâ askeri savaş disiplinini koruyordu. Halkın gözünde bu yabancılar, bir yandan tehdit, bir yandan da ticaret fırsatıydı.  Yinede balıkçılar, sahilden kayıklarını çekip evlerinin arkasına sakladı. Kadınlar, buğday ambarlarını kilitledi. Çocuklar ise askerlerin garip zırhlarına, miğferlerine hayranlıkla bakıyordu. İlk günün akşamında, Trabzon’un ileri gelenleri toplandı ve “Bu kadar yabancıyı nasıl idare edeceğiz ?” diye sordular. Bazıları “Onlara yiyecek verelim, gitmelerine yardım edelim” dedi.  Diğerleri ise “Onlar aç, güçlü ve kalabalık. Bizim yiyeceğimiz bir hafta yetmez. Eğer doymak bilmezlerse bizi yağmalarlar” diye uyardı. Keza Ksenophon, askerlerinin arasında huzursuzluğu hissediyordu. Bir grup asker “Bunlar korkak köylüler. İstediğimizi alırız” diyordu. Ama Ksenophon ellerini kaldırarak “Hayır! Eğer zor kullanırsak, bu kıyı bizim için bir tuzağa dönüşür. Halkı ikna etmeliyiz. Onlara altınlarımız var, ticaret yapabiliriz deriz” diyerek onları susturdu Ertesi sabah, Trabzon halkı sahile tekrar indi. Yanlarında balık, ekmek ve birkaç testi şarap vardı. Yavaşça askerlere yaklaştılar. Önce bir sessizlik oldu. Sonra yaşlı bir balıkçı, Ksenophon’a doğru bir sepet balık uzattı. Bu küçük jest, iki taraf arasında buzları eriten ilk adım olduysada sorunlar hemen çözülmedi. Halk, askerlerin çokluğundan ürküyordu. Her an saldırıya uğrayabileceklerini düşünüyorlardı. Yunan askerleri ise verilen yiyeceklerin yetersiz olduğunu söylüyor, daha fazlasını istiyor, kimi genç asker sabırsızca “Alıp gidelim!” diye bağırdı. Ksenophon yine öfkeyle öne atılıp “Sabır! Onların güvenini kazanmalıyız” dedi. Trabzonlu bir kadın, askerlerin yorgunluğunu görünce merhamete kapıldı. Birkaç ekmek ve peynir getirdi. Çocukları askerlerin mızraklarına dokunmak istedi. Bu küçük sahne, halkla askerler arasında ilk insani bağ oldu. Ama aynı anda bazı Trabzonlular “Eğer kalırlarsa köyümüzü tüketirler” diye fısıldaşıyordu Akşamüstü sahilde bir ateş yakıldı. Ksenophon, halkın ileri gelenlerini ateşin etrafına davet etti. Yunan şarabı ile Trabzonlu balıkların aynı sofrada buluştuğu bu toplantı, sanki bir “zorunlu kardeşlik” gibiydi. Ama dilleşmiş lehçe - kültür farklıydı. Çevirmenler aracılığıyla konuşmalar yapıldı. Güven hâlâ zayıftı.  O gece, askerlerden bir grup sabırsızlanarak bir köy ambarına girdi. Birkaç çuval buğdayı gizlice almak istediler. Trabzonlular bağırarak köyü ayağa kaldırdı. Neredeyse çatışma çıkıyordu. Ksenophon hemen oraya koştu ve “Disipline ihanet eden, ordunun felaketine sebep olur. Biz buraya düşman değil, yolcu olarak geldik” diye askerlerini sert bir şekilde azarladı Bu olaydan sonra Trabzon halkı daha da temkinli oldu. Ksenophon, sabaha karşı köyün ileri gelenlerine giderek özür diledi. Onlara altın gösterdi ve “Yiyecek ve gemi için ödeme yapacağız. Hakkınızı gasp etmeyeceğiz” dedi Halk, bu sözlere biraz olsun ikna oldu. Çünkü altın, herkes için geçerli bir dildi. Böylece iki taraf arasında kırılgan bir denge kuruldu. Halk yiyecek sağladı, askerler karşılığında altın verdi. Ama gökyüzünde hâlâ bir belirsizlik vardı. Trabzonlular, bu onbinlerin bir an önce gitmesini istiyordu. Onbinler ise, Yunanistan’a dönebilmek için gemi bulmayı umuyordu ama Günler ilerledikçe ilişkiler gerginleşti. Trabzonlular yiyecek veriyordu ama askerlerin iştahı büyüktü. Her gün yüzlerce kişi için ekmek, balık, şarap bulmak kolay değildi. Köyün ileri gelenleri şikâyet etmeye başladı “Tarlamızda bu kadar ürün yok. Balığımız da tükeniyor. Ya giderler ya da bizi aç bırakırlar” demeye başladı. Ksenophon, yerel halkın tepkisini azaltmak için disiplin kurallarını sertleştirdi. Askerlere “Kim ki köylüden zorla bir şey alır, ölümle cezalandırılacak” dedi. Bu kural, kısa süreliğine huzuru sağladı. Ama ordunun içinde homurdanmalar yükseliyordu. Bir gün genç bir asker “Biz savaştık, hayatta kaldık. Şimdi açlıktan ölecek miyiz? Bu köylüler bizi oyalıyor !” diye bağırınca diğer askerler ona katıldı.  Ama Ksenophon yine sertçe “Ya sabredersiniz ya da hepimiz burada ölürüz. Düşmanımız bu halk değil, açlık ve yolun zorluklarıdır” diye karşılık verdi Trabzonlularla pazarlık sürerken, bir başka sorun ortaya çıktı: din ve gelenek farkları. Yunan askerleri tanrılarına kurban kesmek istiyordu. Trabzonlular ise kendi inançlarının topraklarında bu kadar gösterişli törenler yapılmasından huzursuz oldu. Bir akşam, askerler büyük bir ateş yakıp kurban sundular. Davullar, şarkılar, bağırışlar geceyi doldurdu. Trabzonlular korkuyla evlerine çekilirken “Bu insanlar tanrılarını çağırıyor. Yarın bizden daha fazlasını isteyecekler” diye söylendiler. Ertesi sabah halk, Ksenophon’a “Bizim köylerimizi yakıyorsunuz, tanrılarımızı kızdırıyorsunuz” diye şikâyet ettiler. Ksenophon onları dinledi, sonra askerlerine dönerek “Ritüellerinizi yapın ama bu topraklara saygı gösterin. Biz misafiriz” dedi. Fakat zamanla bir başka sorun doğdu: Kadınlar. Askerler, köylerdeki kadınlara bakıyor, bazıları onları rahatsız ediyordu. Bu durum büyük öfke yarattı. Bir Trabzonlu genç, kız kardeşini rahatsız eden askerlere taş attı. Çatışma çıktı. Yunan askerleri gencin üzerine yürüyünce Ksenophon hemen araya girdi. Genç askeri cezalandırdı ve “Kadınlara el uzatan, ordumuzun yüzünü kara çıkarır” dedi. Ama halkın güveni yine sarsılmıştı. Bu kez açıkça “Bir an önce gidin. Sizinle aynı topraklarda yaşamak istemiyoruz” diye açıkça yüzlerine söylediler Ordu içinde de sabırsızlık artıyordu. Geri dönüş yolu için gemiler lazımdı. Trabzonluların limanında birkaç gemi vardı ama onbinlerce insanı taşımaya yetmezdi.  Ksenophon, halkın ileri gelenlerine altın gösterdi ve “Gemilerinizi satın alacağız” dediysede, halk başlarını sallayıp “O gemiler bizim hayatımız. Onları veremeyiz” diye verdikleri cevap askerlerin öfkesini artırdı. Bazıları “O gemileri zorla alalım” diye bağırdı. Ama Ksenophon araya girip yine sabır istedi. Çünkü biliyordu ki, şayet Trabzonlulara saldırırlarsa tüm Karadeniz halkı onlara düşman olurdu. İlişkiler kırılgan bir ip üzerinde yürüyordu.  Zaman ilerledikçe, askerlerle Trabzonlular arasında hem gerginlik hem de alışveriş devam etti. Bazı köylüler, Yunan altınlarını görünce daha istekli ticaret yapmaya başladı. Ama diğerleri “Altın karın doyurmaz, kış yaklaşıyor” diyerek geri durdu. Köy meydanında sık sık tartışmalar yaşanıyordu. Askerler yiyecek isterken, köylüler “Bizim çocuklarımız da aç” diyordu.  Bazen küçük çatışmalar çıktı. Taşlar atıldı, kılıçlar çekildi. Ama büyük bir savaş çıkmadı; çünkü iki taraf da bunun felaket olacağını biliyordu. Trabzonlu rahip, Ksenophon’la sık sık buluştu. Ona “Biz sizin düşmanınız olmak istemiyoruz. Ama siz gidene kadar huzur bulamayacağız” deyince, Ksenophon iç çekti “Biz de gitmek istiyoruz. Ama yol uzun. Gemisiz nasıl döneriz ?” diye cevap verdi.  Ordu içinde de sıkıntılar büyüyordu. Askerler sabırsızdı, disiplin zayıflıyordu. Bazıları Trabzonlularla kavga etmek istiyor, bazıları ise köylülerle dost olmaya çalışırken ordu ikiye bölünmüş gibiydi: sabırlılar ve sabırsızlar. Bir gün Trabzonlu bir grup, gizlice askerlerin çadırlarından yiyecek çalmaya çalıştı. Yakalanınca büyük bir kavga çıktı. Askerler “Onlar da bizden çalıyor !” diye bağırdı. Ksenophon, iki tarafı ayırmak için araya girsede bu olay, artık güvenin ne kadar kırılgan olduğunu gösterdi. Buna rağmen, bazı dostluklar da doğdu. Yunan askerleriyle Trabzonlu balıkçılar arasında küçük alışverişler başladı. Bir asker, kılıcını bir balıkçıya verip karşılığında birkaç gün yiyecek aldı ve bu küçük sahneler, savaşın ortasında insanlığın unutulmadığını gösterdi. Trabzonlu gençler, askerlerin günlük savaş oyunlarını izlemekten keyif aldı. Mızrak atma, kalkan dövüşleri, bağırışlar... Çocuklar bu sahneleri büyülenmiş gibi izliyordu. Ama aynı zamanda köylüler “Bu adamlar ne kadar güçlü. Eğer isterlerse köyümüzü yok ederler” Aralarında fısıldıyordu. Bir gün Karayel istikametinden büyük bir fırtına çıktı. Dalgalar kıyıyı dövdü, kayıkları parçaladı. Askerler ve Trabzonlular aynı anda sahile koştu, kayıkları kurtarmaya çalıştı. İlk kez iki taraf omuz omuza çalıştı. O gün, aralarında kısa süreliğine bir kardeşlik doğdu. Ama ertesi gün yine aynı sorun başladı: yiyecek. Onbinlerin karnı bir türlü doymuyordu. Trabzonlular ise “Kendi halkımızı aç bırakamayız” diye direnirken arada kalan zavallı Ksenophon, sabırla her iki tarafı dengelemeye çalışıyordu. Böylece gergin bir barış sürdü. İki taraf da birbirine güvenmiyordu, ama birbirine mecburdu. Onbinler için Trabzon, hem kurtuluşun kapısı hem de yeni bir sınav olmuştu. Haftalar geçmişti. Ordu hâlâ Trabzon’daydı. Ksenophon artık bir karar vermek zorundaydı. Yunanistan’a dönmek için gemi bulmalıydılar. Trabzonlular ise sabırsızlanıyordu: “Artık gidin!” diyorlardı. Sonunda, sahildeki tüccarlardan birkaç gemi satın alındı. Altınlar verildi, anlaşmalar yapıldı. Ama bu gemiler onbinlerce kişiyi taşımaya yetmiyordu. Bir kısmı bekleyecek, daha sonra yola çıkacaktı. Trabzonlular, askerlerin ayrılış hazırlığını gördükçe rahatladı. Ama aynı zamanda, bu günlerin unutulmaz bir iz bırakacağını da hissettiler. Çünkü böyle bir orduyu bir daha görmeyeceklerdi.  Son gece, sahilde büyük bir ateş yakıldı. Askerler şarkılar söyledi, dans etti. Trabzonlular uzaktan izledi. Kimi merakla, kimi korkuyla, kimi hayranlıkla... Ksenophon, ateşin yanında durup denize baktı ve içinden “Bu yolculuk bizi öldürmedi, ama değiştirdi. Biz artık eski biz değiliz” geçirirken, Trabzonlu rahip yanına geldi ve“Siz buradan gideceksiniz. Ama bu denizin sesi, burada kalan bizde de yankılanacak” diye kulağına fısıldadı Ertesi sabah gemiler yola çıktı. Kıyıda kalan askerler, ileride yeni ayrılanlar gibi gidiş fırsatları aramak için bekleyecekti. Trabzonlular, onların arkasından baktı. Gidenler için dua edenler de vardı, lanet okuyanlar da.  Ama herkes biliyordu ki, o günler artık unutulmaz bir anı olmuştu. Onbinlerin “Thalassa ! Thalassa ! – Deniz Deniz” çığlığı hâlâ dağların tepesinde yankılanıyordu.  Trabzon çocukları yıllar sonra büyüdüklerinde “Bir gün denizden gelen binlerce yabancı bizim köylerimize geldi” diye anlatacaklardı.  Artık bu öykü, şehrin belleğine kazındı. Onbinler için Trabzon, dönüş yolunun en önemli durağı olmuştu. Halk içinse, tarihin en tuhaf misafirliği... Bu karşılaşma, belki farklı kültürlerin çatıştığı ama aynı zamanda birbirine dokunduğu bir andı ve böylece “Thalassa ! - Deniz” çığlığıyla başlayan hikâye, Karadeniz’in dalgalarıyla sona erdi.  Ksenophon ve askerleri yollarına devam etti. Trabzonlular ise kendi yaşamlarına döndü. Ama o çığlık, yüzyıllar boyunca hala şehrin, ormanlarında, Zigana dağlarında kıyılarıda yankılanmaya devam ederken, köklü gurbetçi Trabzonlular için Deniz, hep kurtuluşun sembolü olarak kaldı. Not: Onbinler denen Yunan askerleri aslında MÖ 401’de Pers prensi Genç Kyros, ağabeyi II. Artakserkses’e karşı taht mücadelesi için paralı asker topladı. Çoğu Yunanlı hoplitlerden (ağır zırhlı piyade) oluşan yaklaşık 13.000 asker Kyros’un ordusuna katıldığında 10.400 hoplit (ağır zırhlı piyade) ve yaklaşık 2.500 peltast (hafif piyade, okçu, mızrakçı) bulunuyordu.   Fakat Kunaksa Savaşı’nda (MÖ 401) Kyros ölünce, ordu sahipsiz kaldı. Persler Yunan baş komutanları hileyle öldürünce daha sonra tarihçi yazar olacak - Ksenophon ve birkaç komutan öne çıkarak ordunun liderliğini üstlendi. Uzun ve meşakkatli takipte yapılan Savaşlar, açlık ve ihanetler nedeniyle askerlerin sayıları hızla azaldı.  Geri Dönüş yoluna çıkanların sayısı yaklaşık 10.000 kişi  olduğundan Ksenophon’un eseri “Anabasis – Onbinlerin Dönüşü” adını aldı. Dağları, çölleri, düşman saldırılarını aşan ordu, nihayet Zigana tepesinden Karadeniz kıyısına ulaştığında hâlâ yaklaşık 8–9 bin kişilik bir güçtü.  Trabzon (Trapezus-Trapezunda) yakınında denizi gördüklerinde attıkları çığlık tarihe “Thalassa! Thalassa!” – Deniz! Deniz! Diye geçmişti….      

Tarihe yolculuk gibi

 

 

 

 

Thalassa! Çığlığı

Rüyamda evrenin merkezi ! (illaki) TRabzon geçmişine seyehat.

Karların hâlâ dağların zirvesinde parladığı bir sabahtı. İran - Pers askerlerini kovalarken Anadolu’da yollarını kaybeden yorgun askerler, adımlarını taşlı yamaçlarda sürüklerken, gözleri ufkun ardında parıldayan bir maviliğe ilişti. Önce kimse inanamadı. Bir parıltı, göğe yansıyan bir ışık mıydı, yoksa gerçekten deniz miydi?

Sonra bir anda, en öndeki asker “Thalassa! Thalassa!- Deniz Deniz” diye bağırdı: Ses, dağların yankısıyla büyüdü. Arkasından yüzlerce, binlerce boğaz aynı kelimeyi haykırdı. O an sanki gökyüzü bile çınladı. Yıllardır bilmedikleri topraklarda kaybolan Onbinler için bu çığlık, açlığın, uykusuzluğun, korkunun son bulacağına dair bir işaretti. Deniz, memleketlerine giden yolun başlangıcıydı. O anki sevinç, savaş meydanındaki hiçbir zaferle kıyaslanamazdı.
 

Ksenophon atının üzerinde, askerlerinin yüzlerindeki ışığı izliyordu. Gözleri kızarmış, saçları dağılmış bu adamlar birden yeniden gençleşmiş gibiydi. Çünkü deniz demek, dönüş demekti. Trabzon kıyıları aşağıda uzanıyordu. Küçük evlerden, dumanı tüten ocaklardan ibaret bir yerleşim. Ama onlar için cennetin kapısı gibiydi. Orada yemek, barınak, belki gemiler bulabileceklerdi.
Fakat Ksenophon’un içi rahat değildi. Her yeni toprak, yeni bir sınav demekti. Burada halk onları dost mu görecek, yoksa düşman mı?

Onbinler dağlardan aşağı inmeye başladığında, Trabzon’un köylüleri tepelerden onları seyrediyordu. Kadınlar çocuklarını kucakladı, yaşlılar dua etti, balıkçılar ağlarını bırakıp denize açılmayı erteledi. Yabancılar geliyordu; hem de çok kalabalık yabancılar. Köyün en yaşlısı “Bunlar bizim bildiğimiz tüccarlara benzemiyor. Bunlar savaşçı” diye yanındakilere fısıldadı

Kalabalık sayıda Askerler aşağı indikçe, köylerde huzursuzluk arttı. Trabzonlular daha önce kolonilerden gelen Yunanlılarla ticaret yapmıştı, ama böylesi kalabalık bir orduyu hiç görmemişlerdi. Kimi köylü kapılarını kapattı, kimi ormana kaçtı. Bazılarıysa merakla sahile indi “Bu insanlar ne istiyor?” diye bakmaya başladı.

Ksenophon daha sonra adını verdiği bugünün Zafanos köyü önünde ordusunu durdurdu ve ileriye baktı. Halkın korkusunu hissetmişti. Yanındaki subaylarına döndü ve “Onlara zarar vermek istemiyoruz. Ama bize yiyecek, barınak ve gemi lazım. Önce güvenlerini kazanmamız gerek” dedi.
Fakat askerler arasında homurtular yükseliyordu. Çok uzun zamandır doğru dürüst yemek yememişlerdi. Gözleri sahildeki ağlarda asılı balıklara, köylerdeki ambarlara kayarken, Trabzonlular bu ilk temas için temkinliydi. Köyün ileri gelenleri toplandı. Aralarında biri “Onlara kapıları kapatalım. Eğer yiyecek isterlerse, karşılığını ödeyebilecekler mi? Yoksa alıp giderler mi?” deyince, diğeri “Yunanlıların gemileriyle ticaret yaptık, ama bu kalabalık ordunun niyeti farklı olabilir. Onlara güven olmaz diye cevap verdi.

Askerler kıyıya indiğinde, ilk temas zor oldu. Yorgun savaşçılar ekmek, balık ve su istedi. Fakat Trabzonlular çekingen davrandı. Kimileri birkaç somun ekmek verip geri çekildi, kimileri ise hiç yaklaşmadı. Ordu içinde sabırsızlık büyüyordu. Bazı askerler zorla ambarlara girmeyi düşündü. Ksenophon bunu duyunca “Hayır! Eğer zorla alırsak, bu topraklar bize cehennem olur. Önce konuşacağız” diye öfkeyle bağırdı.

Trabzon halkıyla ilk ciddi görüşme, sahildeki bir kilisenin önünde yapıldı. Köylüler, başlarında beyaz sakallı bir rahip, ellerinde ekmek ve zeytinle geldiler. Korkuyla ama bir nebze merakla, Ksenophon karşısına çıktılar. Rahip titrek bir sesle “Siz kimsiniz, neden buraya geldiniz ?” diye sordu.

Ksenophon derin bir nefes aldı ve “Biz Yunanlı askerleriz. Memleketimize dönmek için denize ulaşmaya çalışıyoruz. Size zarar vermek istemiyoruz” şeklinde güven verici tarzda cevapladı: Aksanları değişik olsada, her denileni anlayan Rahip ve yanındakiler bu sözleri dikkatle dinledi. Yüzlerinde hâlâ kuşku vardı. Ama aynı zamanda onbinlerin açlık ve yorgunluğu gözlerinden okunuyordu. Trabzonlular fısıldaşarak kendi aralarında konuştu. Bir kısmı onlara yardım etmek gerektiğini savundu; diğerleri ise “Bunlar kalabalık, bir gün dost görünürler ama ertesi gün zorla alırlar” diye korkuyordu.


İşte Trabzon’da ilk gün böyle geçti: umut, korku, merak ve belirsizlik iç içe. Onbinler seneler sonra denizi bulmuştu, ama dönüş yolunun daha başlangıcındaydılar. Trabzonlular, İyonya - Yunan denizinden gelen askerleri hem korku hem de merakla izliyordu. Onbinler, açlık ve yorgunluktan güçsüz düşmüş, ama hâlâ askeri savaş disiplinini koruyordu. Halkın gözünde bu yabancılar, bir yandan tehdit, bir yandan da ticaret fırsatıydı.  Yinede balıkçılar, sahilden kayıklarını çekip evlerinin arkasına sakladı. Kadınlar, buğday ambarlarını kilitledi. Çocuklar ise askerlerin garip zırhlarına, miğferlerine hayranlıkla bakıyordu.

İlk günün akşamında, Trabzon’un ileri gelenleri toplandı ve “Bu kadar yabancıyı nasıl idare edeceğiz ?” diye sordular. Bazıları “Onlara yiyecek verelim, gitmelerine yardım edelim” dedi.  Diğerleri ise “Onlar aç, güçlü ve kalabalık. Bizim yiyeceğimiz bir hafta yetmez. Eğer doymak bilmezlerse bizi yağmalarlar” diye uyardı.

Keza Ksenophon, askerlerinin arasında huzursuzluğu hissediyordu.
Bir grup asker “Bunlar korkak köylüler. İstediğimizi alırız” diyordu. Ama Ksenophon ellerini kaldırarak “Hayır! Eğer zor kullanırsak, bu kıyı bizim için bir tuzağa dönüşür. Halkı ikna etmeliyiz. Onlara altınlarımız var, ticaret yapabiliriz deriz” diyerek onları susturdu

Ertesi sabah, Trabzon halkı sahile tekrar indi. Yanlarında balık, ekmek ve birkaç testi şarap vardı. Yavaşça askerlere yaklaştılar. Önce bir sessizlik oldu. Sonra yaşlı bir balıkçı, Ksenophon’a doğru bir sepet balık uzattı. Bu küçük jest, iki taraf arasında buzları eriten ilk adım olduysada sorunlar hemen çözülmedi. Halk, askerlerin çokluğundan ürküyordu. Her an saldırıya uğrayabileceklerini düşünüyorlardı. Yunan askerleri ise verilen yiyeceklerin yetersiz olduğunu söylüyor, daha fazlasını istiyor, kimi genç asker sabırsızca “Alıp gidelim!” diye bağırdı. Ksenophon yine öfkeyle öne atılıp “Sabır! Onların güvenini kazanmalıyız” dedi.

Trabzonlu bir kadın, askerlerin yorgunluğunu görünce merhamete kapıldı. Birkaç ekmek ve peynir getirdi. Çocukları askerlerin mızraklarına dokunmak istedi. Bu küçük sahne, halkla askerler arasında ilk insani bağ oldu.
Ama aynı anda bazı Trabzonlular “Eğer kalırlarsa köyümüzü tüketirler” diye fısıldaşıyordu

Akşamüstü sahilde bir ateş yakıldı. Ksenophon, halkın ileri gelenlerini ateşin etrafına davet etti. Yunan şarabı ile Trabzonlu balıkların aynı sofrada buluştuğu bu toplantı, sanki bir “zorunlu kardeşlik” gibiydi. Ama dilleşmiş lehçe - kültür farklıydı. Çevirmenler aracılığıyla konuşmalar yapıldı. Güven hâlâ zayıftı.  O gece, askerlerden bir grup sabırsızlanarak bir köy ambarına girdi. Birkaç çuval buğdayı gizlice almak istediler. Trabzonlular bağırarak köyü ayağa kaldırdı.
Neredeyse çatışma çıkıyordu. Ksenophon hemen oraya koştu ve “Disipline ihanet eden, ordunun felaketine sebep olur. Biz buraya düşman değil, yolcu olarak geldik” diye askerlerini sert bir şekilde azarladı

Bu olaydan sonra Trabzon halkı daha da temkinli oldu. Ksenophon, sabaha karşı köyün ileri gelenlerine giderek özür diledi. Onlara altın gösterdi ve “Yiyecek ve gemi için ödeme yapacağız. Hakkınızı gasp etmeyeceğiz” dedi
Halk, bu sözlere biraz olsun ikna oldu. Çünkü altın, herkes için geçerli bir dildi.

Böylece iki taraf arasında kırılgan bir denge kuruldu. Halk yiyecek sağladı, askerler karşılığında altın verdi. Ama gökyüzünde hâlâ bir belirsizlik vardı.
Trabzonlular, bu onbinlerin bir an önce gitmesini istiyordu. Onbinler ise, Yunanistan’a dönebilmek için gemi bulmayı umuyordu ama Günler ilerledikçe ilişkiler gerginleşti. Trabzonlular yiyecek veriyordu ama askerlerin iştahı büyüktü. Her gün yüzlerce kişi için ekmek, balık, şarap bulmak kolay değildi.
Köyün ileri gelenleri şikâyet etmeye başladı “Tarlamızda bu kadar ürün yok. Balığımız da tükeniyor. Ya giderler ya da bizi aç bırakırlar” demeye başladı.

Ksenophon, yerel halkın tepkisini azaltmak için disiplin kurallarını sertleştirdi. Askerlere “Kim ki köylüden zorla bir şey alır, ölümle cezalandırılacak” dedi.
Bu kural, kısa süreliğine huzuru sağladı. Ama ordunun içinde homurdanmalar yükseliyordu. Bir gün genç bir asker “Biz savaştık, hayatta kaldık. Şimdi açlıktan ölecek miyiz? Bu köylüler bizi oyalıyor !” diye bağırınca diğer askerler ona katıldı.  Ama Ksenophon yine sertçe “Ya sabredersiniz ya da hepimiz burada ölürüz. Düşmanımız bu halk değil, açlık ve yolun zorluklarıdır” diye karşılık verdi

Trabzonlularla pazarlık sürerken, bir başka sorun ortaya çıktı: din ve gelenek farkları. Yunan askerleri tanrılarına kurban kesmek istiyordu. Trabzonlular ise kendi inançlarının topraklarında bu kadar gösterişli törenler yapılmasından huzursuz oldu. Bir akşam, askerler büyük bir ateş yakıp kurban sundular. Davullar, şarkılar, bağırışlar geceyi doldurdu. Trabzonlular korkuyla evlerine çekilirken “Bu insanlar tanrılarını çağırıyor. Yarın bizden daha fazlasını isteyecekler” diye söylendiler.

Ertesi sabah halk, Ksenophon’a “Bizim köylerimizi yakıyorsunuz, tanrılarımızı kızdırıyorsunuz” diye şikâyet ettiler. Ksenophon onları dinledi, sonra askerlerine dönerek “Ritüellerinizi yapın ama bu topraklara saygı gösterin. Biz misafiriz” dedi. Fakat zamanla bir başka sorun doğdu: Kadınlar. Askerler, köylerdeki kadınlara bakıyor, bazıları onları rahatsız ediyordu. Bu durum büyük öfke yarattı. Bir Trabzonlu genç, kız kardeşini rahatsız eden askerlere taş attı. Çatışma çıktı. Yunan askerleri gencin üzerine yürüyünce Ksenophon hemen araya girdi. Genç askeri cezalandırdı ve “Kadınlara el uzatan, ordumuzun yüzünü kara çıkarır” dedi. Ama halkın güveni yine sarsılmıştı. Bu kez açıkça “Bir an önce gidin. Sizinle aynı topraklarda yaşamak istemiyoruz” diye açıkça yüzlerine söylediler

Ordu içinde de sabırsızlık artıyordu. Geri dönüş yolu için gemiler lazımdı. Trabzonluların limanında birkaç gemi vardı ama onbinlerce insanı taşımaya yetmezdi.  Ksenophon, halkın ileri gelenlerine altın gösterdi ve “Gemilerinizi satın alacağız” dediysede, halk başlarını sallayıp “O gemiler bizim hayatımız. Onları veremeyiz” diye verdikleri cevap askerlerin öfkesini artırdı. Bazıları “O gemileri zorla alalım” diye bağırdı. Ama Ksenophon araya girip yine sabır istedi. Çünkü biliyordu ki, şayet Trabzonlulara saldırırlarsa tüm Karadeniz halkı onlara düşman olurdu.


İlişkiler kırılgan bir ip üzerinde yürüyordu.  Zaman ilerledikçe, askerlerle Trabzonlular arasında hem gerginlik hem de alışveriş devam etti.
Bazı köylüler, Yunan altınlarını görünce daha istekli ticaret yapmaya başladı.
Ama diğerleri “Altın karın doyurmaz, kış yaklaşıyor” diyerek geri durdu. Köy meydanında sık sık tartışmalar yaşanıyordu. Askerler yiyecek isterken, köylüler “Bizim çocuklarımız da aç” diyordu.  Bazen küçük çatışmalar çıktı. Taşlar atıldı, kılıçlar çekildi. Ama büyük bir savaş çıkmadı; çünkü iki taraf da bunun felaket olacağını biliyordu.

Trabzonlu rahip, Ksenophon’la sık sık buluştu. Ona “Biz sizin düşmanınız olmak istemiyoruz. Ama siz gidene kadar huzur bulamayacağız” deyince,
Ksenophon iç çekti “Biz de gitmek istiyoruz. Ama yol uzun. Gemisiz nasıl döneriz ?” diye cevap verdi.  Ordu içinde de sıkıntılar büyüyordu. Askerler sabırsızdı, disiplin zayıflıyordu. Bazıları Trabzonlularla kavga etmek istiyor, bazıları ise köylülerle dost olmaya çalışırken ordu ikiye bölünmüş gibiydi: sabırlılar ve sabırsızlar.

Bir gün Trabzonlu bir grup, gizlice askerlerin çadırlarından yiyecek çalmaya çalıştı. Yakalanınca büyük bir kavga çıktı. Askerler “Onlar da bizden çalıyor !” diye bağırdı. Ksenophon, iki tarafı ayırmak için araya girsede bu olay, artık güvenin ne kadar kırılgan olduğunu gösterdi. Buna rağmen, bazı dostluklar da doğdu. Yunan askerleriyle Trabzonlu balıkçılar arasında küçük alışverişler başladı. Bir asker, kılıcını bir balıkçıya verip karşılığında birkaç gün yiyecek aldı ve bu küçük sahneler, savaşın ortasında insanlığın unutulmadığını gösterdi.

Trabzonlu gençler, askerlerin günlük savaş oyunlarını izlemekten keyif aldı. Mızrak atma, kalkan dövüşleri, bağırışlar... Çocuklar bu sahneleri büyülenmiş gibi izliyordu. Ama aynı zamanda köylüler “Bu adamlar ne kadar güçlü. Eğer isterlerse köyümüzü yok ederler” Aralarında fısıldıyordu. Bir gün Karayel istikametinden büyük bir fırtına çıktı. Dalgalar kıyıyı dövdü, kayıkları parçaladı. Askerler ve Trabzonlular aynı anda sahile koştu, kayıkları kurtarmaya çalıştı.
İlk kez iki taraf omuz omuza çalıştı. O gün, aralarında kısa süreliğine bir kardeşlik doğdu.

Ama ertesi gün yine aynı sorun başladı: yiyecek. Onbinlerin karnı bir türlü doymuyordu. Trabzonlular ise “Kendi halkımızı aç bırakamayız” diye direnirken arada kalan zavallı Ksenophon, sabırla her iki tarafı dengelemeye çalışıyordu. Böylece gergin bir barış sürdü. İki taraf da birbirine güvenmiyordu, ama birbirine mecburdu. Onbinler için Trabzon, hem kurtuluşun kapısı hem de yeni bir sınav olmuştu. Haftalar geçmişti. Ordu hâlâ Trabzon’daydı. Ksenophon artık bir karar vermek zorundaydı. Yunanistan’a dönmek için gemi bulmalıydılar.


Trabzonlular ise sabırsızlanıyordu: “Artık gidin!” diyorlardı. Sonunda, sahildeki tüccarlardan birkaç gemi satın alındı. Altınlar verildi, anlaşmalar yapıldı. Ama bu gemiler onbinlerce kişiyi taşımaya yetmiyordu. Bir kısmı bekleyecek, daha sonra yola çıkacaktı. Trabzonlular, askerlerin ayrılış hazırlığını gördükçe rahatladı. Ama aynı zamanda, bu günlerin unutulmaz bir iz bırakacağını da hissettiler. Çünkü böyle bir orduyu bir daha görmeyeceklerdi.  Son gece, sahilde büyük bir ateş yakıldı. Askerler şarkılar söyledi, dans etti. Trabzonlular uzaktan izledi. Kimi merakla, kimi korkuyla, kimi hayranlıkla... Ksenophon, ateşin yanında durup denize baktı ve içinden “Bu yolculuk bizi öldürmedi, ama değiştirdi. Biz artık eski biz değiliz” geçirirken, Trabzonlu rahip yanına geldi ve“Siz buradan gideceksiniz. Ama bu denizin sesi, burada kalan bizde de yankılanacak” diye kulağına fısıldadı

Ertesi sabah gemiler yola çıktı. Kıyıda kalan askerler, ileride yeni ayrılanlar gibi gidiş fırsatları aramak için bekleyecekti. Trabzonlular, onların arkasından baktı. Gidenler için dua edenler de vardı, lanet okuyanlar da.  Ama herkes biliyordu ki, o günler artık unutulmaz bir anı olmuştu. Onbinlerin “Thalassa ! Thalassa ! – Deniz Deniz” çığlığı hâlâ dağların tepesinde yankılanıyordu.  Trabzon çocukları yıllar sonra büyüdüklerinde “Bir gün denizden gelen binlerce yabancı bizim köylerimize geldi” diye anlatacaklardı.  Artık bu öykü, şehrin belleğine kazındı.

Onbinler için Trabzon, dönüş yolunun en önemli durağı olmuştu. Halk içinse, tarihin en tuhaf misafirliği... Bu karşılaşma, belki farklı kültürlerin çatıştığı ama aynı zamanda birbirine dokunduğu bir andı ve böylece “Thalassa ! - Deniz” çığlığıyla başlayan hikâye, Karadeniz’in dalgalarıyla sona erdi.  Ksenophon ve askerleri yollarına devam etti. Trabzonlular ise kendi yaşamlarına döndü.
Ama o çığlık, yüzyıllar boyunca hala şehrin, ormanlarında, Zigana dağlarında kıyılarıda yankılanmaya devam ederken, köklü gurbetçi Trabzonlular için Deniz, hep kurtuluşun sembolü olarak kaldı.

Not: Onbinler denen Yunan askerleri aslında MÖ 401’de Pers prensi Genç Kyros, ağabeyi II. Artakserkses’e karşı taht mücadelesi için paralı asker topladı. Çoğu Yunanlı hoplitlerden (ağır zırhlı piyade) oluşan yaklaşık 13.000 asker Kyros’un ordusuna katıldığında 10.400 hoplit (ağır zırhlı piyade) ve yaklaşık 2.500 peltast (hafif piyade, okçu, mızrakçı) bulunuyordu.

 

Fakat Kunaksa Savaşı’nda (MÖ 401) Kyros ölünce, ordu sahipsiz kaldı. Persler Yunan baş komutanları hileyle öldürünce daha sonra tarihçi yazar olacak - Ksenophon ve birkaç komutan öne çıkarak ordunun liderliğini üstlendi.

Uzun ve meşakkatli takipte yapılan Savaşlar, açlık ve ihanetler nedeniyle askerlerin sayıları hızla azaldı.  Geri Dönüş yoluna çıkanların sayısı yaklaşık 10.000 kişi  olduğundan Ksenophon’un eseri “Anabasis – Onbinlerin Dönüşü” adını aldı. Dağları, çölleri, düşman saldırılarını aşan ordu, nihayet Zigana tepesinden Karadeniz kıyısına ulaştığında hâlâ yaklaşık 8–9 bin kişilik bir güçtü.  Trabzon (Trapezus-Trapezunda) yakınında denizi gördüklerinde attıkları çığlık tarihe “Thalassa! Thalassa!” – Deniz! Deniz! Diye geçmişti….

 

 

 

Thalassa! Çığlığı

Rüyamda evrenin merkezi ! (illaki) TRabzon geçmişine seyehat.

Karların hâlâ dağların zirvesinde parladığı bir sabahtı. İran - Pers askerlerini kovalarken Anadolu’da yollarını kaybeden yorgun askerler, adımlarını taşlı yamaçlarda sürüklerken, gözleri ufkun ardında parıldayan bir maviliğe ilişti. Önce kimse inanamadı. Bir parıltı, göğe yansıyan bir ışık mıydı, yoksa gerçekten deniz miydi?

Sonra bir anda, en öndeki asker “Thalassa! Thalassa!- Deniz Deniz” diye bağırdı: Ses, dağların yankısıyla büyüdü. Arkasından yüzlerce, binlerce boğaz aynı kelimeyi haykırdı. O an sanki gökyüzü bile çınladı. Yıllardır bilmedikleri topraklarda kaybolan Onbinler için bu çığlık, açlığın, uykusuzluğun, korkunun son bulacağına dair bir işaretti. Deniz, memleketlerine giden yolun başlangıcıydı. O anki sevinç, savaş meydanındaki hiçbir zaferle kıyaslanamazdı.
 

Ksenophon atının üzerinde, askerlerinin yüzlerindeki ışığı izliyordu. Gözleri kızarmış, saçları dağılmış bu adamlar birden yeniden gençleşmiş gibiydi. Çünkü deniz demek, dönüş demekti. Trabzon kıyıları aşağıda uzanıyordu. Küçük evlerden, dumanı tüten ocaklardan ibaret bir yerleşim. Ama onlar için cennetin kapısı gibiydi. Orada yemek, barınak, belki gemiler bulabileceklerdi.
Fakat Ksenophon’un içi rahat değildi. Her yeni toprak, yeni bir sınav demekti. Burada halk onları dost mu görecek, yoksa düşman mı?

Onbinler dağlardan aşağı inmeye başladığında, Trabzon’un köylüleri tepelerden onları seyrediyordu. Kadınlar çocuklarını kucakladı, yaşlılar dua etti, balıkçılar ağlarını bırakıp denize açılmayı erteledi. Yabancılar geliyordu; hem de çok kalabalık yabancılar. Köyün en yaşlısı “Bunlar bizim bildiğimiz tüccarlara benzemiyor. Bunlar savaşçı” diye yanındakilere fısıldadı

Kalabalık sayıda Askerler aşağı indikçe, köylerde huzursuzluk arttı. Trabzonlular daha önce kolonilerden gelen Yunanlılarla ticaret yapmıştı, ama böylesi kalabalık bir orduyu hiç görmemişlerdi. Kimi köylü kapılarını kapattı, kimi ormana kaçtı. Bazılarıysa merakla sahile indi “Bu insanlar ne istiyor?” diye bakmaya başladı.

Ksenophon daha sonra adını verdiği bugünün Zafanos köyü önünde ordusunu durdurdu ve ileriye baktı. Halkın korkusunu hissetmişti. Yanındaki subaylarına döndü ve “Onlara zarar vermek istemiyoruz. Ama bize yiyecek, barınak ve gemi lazım. Önce güvenlerini kazanmamız gerek” dedi.
Fakat askerler arasında homurtular yükseliyordu. Çok uzun zamandır doğru dürüst yemek yememişlerdi. Gözleri sahildeki ağlarda asılı balıklara, köylerdeki ambarlara kayarken, Trabzonlular bu ilk temas için temkinliydi. Köyün ileri gelenleri toplandı. Aralarında biri “Onlara kapıları kapatalım. Eğer yiyecek isterlerse, karşılığını ödeyebilecekler mi? Yoksa alıp giderler mi?” deyince, diğeri “Yunanlıların gemileriyle ticaret yaptık, ama bu kalabalık ordunun niyeti farklı olabilir. Onlara güven olmaz diye cevap verdi.

Askerler kıyıya indiğinde, ilk temas zor oldu. Yorgun savaşçılar ekmek, balık ve su istedi. Fakat Trabzonlular çekingen davrandı. Kimileri birkaç somun ekmek verip geri çekildi, kimileri ise hiç yaklaşmadı. Ordu içinde sabırsızlık büyüyordu. Bazı askerler zorla ambarlara girmeyi düşündü. Ksenophon bunu duyunca “Hayır! Eğer zorla alırsak, bu topraklar bize cehennem olur. Önce konuşacağız” diye öfkeyle bağırdı.

Trabzon halkıyla ilk ciddi görüşme, sahildeki bir kilisenin önünde yapıldı. Köylüler, başlarında beyaz sakallı bir rahip, ellerinde ekmek ve zeytinle geldiler. Korkuyla ama bir nebze merakla, Ksenophon karşısına çıktılar. Rahip titrek bir sesle “Siz kimsiniz, neden buraya geldiniz ?” diye sordu.

Ksenophon derin bir nefes aldı ve “Biz Yunanlı askerleriz. Memleketimize dönmek için denize ulaşmaya çalışıyoruz. Size zarar vermek istemiyoruz” şeklinde güven verici tarzda cevapladı: Aksanları değişik olsada, her denileni anlayan Rahip ve yanındakiler bu sözleri dikkatle dinledi. Yüzlerinde hâlâ kuşku vardı. Ama aynı zamanda onbinlerin açlık ve yorgunluğu gözlerinden okunuyordu. Trabzonlular fısıldaşarak kendi aralarında konuştu. Bir kısmı onlara yardım etmek gerektiğini savundu; diğerleri ise “Bunlar kalabalık, bir gün dost görünürler ama ertesi gün zorla alırlar” diye korkuyordu.


İşte Trabzon’da ilk gün böyle geçti: umut, korku, merak ve belirsizlik iç içe. Onbinler seneler sonra denizi bulmuştu, ama dönüş yolunun daha başlangıcındaydılar. Trabzonlular, İyonya - Yunan denizinden gelen askerleri hem korku hem de merakla izliyordu. Onbinler, açlık ve yorgunluktan güçsüz düşmüş, ama hâlâ askeri savaş disiplinini koruyordu. Halkın gözünde bu yabancılar, bir yandan tehdit, bir yandan da ticaret fırsatıydı.  Yinede balıkçılar, sahilden kayıklarını çekip evlerinin arkasına sakladı. Kadınlar, buğday ambarlarını kilitledi. Çocuklar ise askerlerin garip zırhlarına, miğferlerine hayranlıkla bakıyordu.

İlk günün akşamında, Trabzon’un ileri gelenleri toplandı ve “Bu kadar yabancıyı nasıl idare edeceğiz ?” diye sordular. Bazıları “Onlara yiyecek verelim, gitmelerine yardım edelim” dedi.  Diğerleri ise “Onlar aç, güçlü ve kalabalık. Bizim yiyeceğimiz bir hafta yetmez. Eğer doymak bilmezlerse bizi yağmalarlar” diye uyardı.

Keza Ksenophon, askerlerinin arasında huzursuzluğu hissediyordu.
Bir grup asker “Bunlar korkak köylüler. İstediğimizi alırız” diyordu. Ama Ksenophon ellerini kaldırarak “Hayır! Eğer zor kullanırsak, bu kıyı bizim için bir tuzağa dönüşür. Halkı ikna etmeliyiz. Onlara altınlarımız var, ticaret yapabiliriz deriz” diyerek onları susturdu

Ertesi sabah, Trabzon halkı sahile tekrar indi. Yanlarında balık, ekmek ve birkaç testi şarap vardı. Yavaşça askerlere yaklaştılar. Önce bir sessizlik oldu. Sonra yaşlı bir balıkçı, Ksenophon’a doğru bir sepet balık uzattı. Bu küçük jest, iki taraf arasında buzları eriten ilk adım olduysada sorunlar hemen çözülmedi. Halk, askerlerin çokluğundan ürküyordu. Her an saldırıya uğrayabileceklerini düşünüyorlardı. Yunan askerleri ise verilen yiyeceklerin yetersiz olduğunu söylüyor, daha fazlasını istiyor, kimi genç asker sabırsızca “Alıp gidelim!” diye bağırdı. Ksenophon yine öfkeyle öne atılıp “Sabır! Onların güvenini kazanmalıyız” dedi.

Trabzonlu bir kadın, askerlerin yorgunluğunu görünce merhamete kapıldı. Birkaç ekmek ve peynir getirdi. Çocukları askerlerin mızraklarına dokunmak istedi. Bu küçük sahne, halkla askerler arasında ilk insani bağ oldu.
Ama aynı anda bazı Trabzonlular “Eğer kalırlarsa köyümüzü tüketirler” diye fısıldaşıyordu

Akşamüstü sahilde bir ateş yakıldı. Ksenophon, halkın ileri gelenlerini ateşin etrafına davet etti. Yunan şarabı ile Trabzonlu balıkların aynı sofrada buluştuğu bu toplantı, sanki bir “zorunlu kardeşlik” gibiydi. Ama dilleşmiş lehçe - kültür farklıydı. Çevirmenler aracılığıyla konuşmalar yapıldı. Güven hâlâ zayıftı.  O gece, askerlerden bir grup sabırsızlanarak bir köy ambarına girdi. Birkaç çuval buğdayı gizlice almak istediler. Trabzonlular bağırarak köyü ayağa kaldırdı.
Neredeyse çatışma çıkıyordu. Ksenophon hemen oraya koştu ve “Disipline ihanet eden, ordunun felaketine sebep olur. Biz buraya düşman değil, yolcu olarak geldik” diye askerlerini sert bir şekilde azarladı

Bu olaydan sonra Trabzon halkı daha da temkinli oldu. Ksenophon, sabaha karşı köyün ileri gelenlerine giderek özür diledi. Onlara altın gösterdi ve “Yiyecek ve gemi için ödeme yapacağız. Hakkınızı gasp etmeyeceğiz” dedi
Halk, bu sözlere biraz olsun ikna oldu. Çünkü altın, herkes için geçerli bir dildi.

Böylece iki taraf arasında kırılgan bir denge kuruldu. Halk yiyecek sağladı, askerler karşılığında altın verdi. Ama gökyüzünde hâlâ bir belirsizlik vardı.
Trabzonlular, bu onbinlerin bir an önce gitmesini istiyordu. Onbinler ise, Yunanistan’a dönebilmek için gemi bulmayı umuyordu ama Günler ilerledikçe ilişkiler gerginleşti. Trabzonlular yiyecek veriyordu ama askerlerin iştahı büyüktü. Her gün yüzlerce kişi için ekmek, balık, şarap bulmak kolay değildi.
Köyün ileri gelenleri şikâyet etmeye başladı “Tarlamızda bu kadar ürün yok. Balığımız da tükeniyor. Ya giderler ya da bizi aç bırakırlar” demeye başladı.

Ksenophon, yerel halkın tepkisini azaltmak için disiplin kurallarını sertleştirdi. Askerlere “Kim ki köylüden zorla bir şey alır, ölümle cezalandırılacak” dedi.
Bu kural, kısa süreliğine huzuru sağladı. Ama ordunun içinde homurdanmalar yükseliyordu. Bir gün genç bir asker “Biz savaştık, hayatta kaldık. Şimdi açlıktan ölecek miyiz? Bu köylüler bizi oyalıyor !” diye bağırınca diğer askerler ona katıldı.  Ama Ksenophon yine sertçe “Ya sabredersiniz ya da hepimiz burada ölürüz. Düşmanımız bu halk değil, açlık ve yolun zorluklarıdır” diye karşılık verdi

Trabzonlularla pazarlık sürerken, bir başka sorun ortaya çıktı: din ve gelenek farkları. Yunan askerleri tanrılarına kurban kesmek istiyordu. Trabzonlular ise kendi inançlarının topraklarında bu kadar gösterişli törenler yapılmasından huzursuz oldu. Bir akşam, askerler büyük bir ateş yakıp kurban sundular. Davullar, şarkılar, bağırışlar geceyi doldurdu. Trabzonlular korkuyla evlerine çekilirken “Bu insanlar tanrılarını çağırıyor. Yarın bizden daha fazlasını isteyecekler” diye söylendiler.

Ertesi sabah halk, Ksenophon’a “Bizim köylerimizi yakıyorsunuz, tanrılarımızı kızdırıyorsunuz” diye şikâyet ettiler. Ksenophon onları dinledi, sonra askerlerine dönerek “Ritüellerinizi yapın ama bu topraklara saygı gösterin. Biz misafiriz” dedi. Fakat zamanla bir başka sorun doğdu: Kadınlar. Askerler, köylerdeki kadınlara bakıyor, bazıları onları rahatsız ediyordu. Bu durum büyük öfke yarattı. Bir Trabzonlu genç, kız kardeşini rahatsız eden askerlere taş attı. Çatışma çıktı. Yunan askerleri gencin üzerine yürüyünce Ksenophon hemen araya girdi. Genç askeri cezalandırdı ve “Kadınlara el uzatan, ordumuzun yüzünü kara çıkarır” dedi. Ama halkın güveni yine sarsılmıştı. Bu kez açıkça “Bir an önce gidin. Sizinle aynı topraklarda yaşamak istemiyoruz” diye açıkça yüzlerine söylediler

Ordu içinde de sabırsızlık artıyordu. Geri dönüş yolu için gemiler lazımdı. Trabzonluların limanında birkaç gemi vardı ama onbinlerce insanı taşımaya yetmezdi.  Ksenophon, halkın ileri gelenlerine altın gösterdi ve “Gemilerinizi satın alacağız” dediysede, halk başlarını sallayıp “O gemiler bizim hayatımız. Onları veremeyiz” diye verdikleri cevap askerlerin öfkesini artırdı. Bazıları “O gemileri zorla alalım” diye bağırdı. Ama Ksenophon araya girip yine sabır istedi. Çünkü biliyordu ki, şayet Trabzonlulara saldırırlarsa tüm Karadeniz halkı onlara düşman olurdu.


İlişkiler kırılgan bir ip üzerinde yürüyordu.  Zaman ilerledikçe, askerlerle Trabzonlular arasında hem gerginlik hem de alışveriş devam etti.
Bazı köylüler, Yunan altınlarını görünce daha istekli ticaret yapmaya başladı.
Ama diğerleri “Altın karın doyurmaz, kış yaklaşıyor” diyerek geri durdu. Köy meydanında sık sık tartışmalar yaşanıyordu. Askerler yiyecek isterken, köylüler “Bizim çocuklarımız da aç” diyordu.  Bazen küçük çatışmalar çıktı. Taşlar atıldı, kılıçlar çekildi. Ama büyük bir savaş çıkmadı; çünkü iki taraf da bunun felaket olacağını biliyordu.

Trabzonlu rahip, Ksenophon’la sık sık buluştu. Ona “Biz sizin düşmanınız olmak istemiyoruz. Ama siz gidene kadar huzur bulamayacağız” deyince,
Ksenophon iç çekti “Biz de gitmek istiyoruz. Ama yol uzun. Gemisiz nasıl döneriz ?” diye cevap verdi.  Ordu içinde de sıkıntılar büyüyordu. Askerler sabırsızdı, disiplin zayıflıyordu. Bazıları Trabzonlularla kavga etmek istiyor, bazıları ise köylülerle dost olmaya çalışırken ordu ikiye bölünmüş gibiydi: sabırlılar ve sabırsızlar.

Bir gün Trabzonlu bir grup, gizlice askerlerin çadırlarından yiyecek çalmaya çalıştı. Yakalanınca büyük bir kavga çıktı. Askerler “Onlar da bizden çalıyor !” diye bağırdı. Ksenophon, iki tarafı ayırmak için araya girsede bu olay, artık güvenin ne kadar kırılgan olduğunu gösterdi. Buna rağmen, bazı dostluklar da doğdu. Yunan askerleriyle Trabzonlu balıkçılar arasında küçük alışverişler başladı. Bir asker, kılıcını bir balıkçıya verip karşılığında birkaç gün yiyecek aldı ve bu küçük sahneler, savaşın ortasında insanlığın unutulmadığını gösterdi.

Trabzonlu gençler, askerlerin günlük savaş oyunlarını izlemekten keyif aldı. Mızrak atma, kalkan dövüşleri, bağırışlar... Çocuklar bu sahneleri büyülenmiş gibi izliyordu. Ama aynı zamanda köylüler “Bu adamlar ne kadar güçlü. Eğer isterlerse köyümüzü yok ederler” Aralarında fısıldıyordu. Bir gün Karayel istikametinden büyük bir fırtına çıktı. Dalgalar kıyıyı dövdü, kayıkları parçaladı. Askerler ve Trabzonlular aynı anda sahile koştu, kayıkları kurtarmaya çalıştı.
İlk kez iki taraf omuz omuza çalıştı. O gün, aralarında kısa süreliğine bir kardeşlik doğdu.

Ama ertesi gün yine aynı sorun başladı: yiyecek. Onbinlerin karnı bir türlü doymuyordu. Trabzonlular ise “Kendi halkımızı aç bırakamayız” diye direnirken arada kalan zavallı Ksenophon, sabırla her iki tarafı dengelemeye çalışıyordu. Böylece gergin bir barış sürdü. İki taraf da birbirine güvenmiyordu, ama birbirine mecburdu. Onbinler için Trabzon, hem kurtuluşun kapısı hem de yeni bir sınav olmuştu. Haftalar geçmişti. Ordu hâlâ Trabzon’daydı. Ksenophon artık bir karar vermek zorundaydı. Yunanistan’a dönmek için gemi bulmalıydılar.


Trabzonlular ise sabırsızlanıyordu: “Artık gidin!” diyorlardı. Sonunda, sahildeki tüccarlardan birkaç gemi satın alındı. Altınlar verildi, anlaşmalar yapıldı. Ama bu gemiler onbinlerce kişiyi taşımaya yetmiyordu. Bir kısmı bekleyecek, daha sonra yola çıkacaktı. Trabzonlular, askerlerin ayrılış hazırlığını gördükçe rahatladı. Ama aynı zamanda, bu günlerin unutulmaz bir iz bırakacağını da hissettiler. Çünkü böyle bir orduyu bir daha görmeyeceklerdi.  Son gece, sahilde büyük bir ateş yakıldı. Askerler şarkılar söyledi, dans etti. Trabzonlular uzaktan izledi. Kimi merakla, kimi korkuyla, kimi hayranlıkla... Ksenophon, ateşin yanında durup denize baktı ve içinden “Bu yolculuk bizi öldürmedi, ama değiştirdi. Biz artık eski biz değiliz” geçirirken, Trabzonlu rahip yanına geldi ve“Siz buradan gideceksiniz. Ama bu denizin sesi, burada kalan bizde de yankılanacak” diye kulağına fısıldadı

Ertesi sabah gemiler yola çıktı. Kıyıda kalan askerler, ileride yeni ayrılanlar gibi gidiş fırsatları aramak için bekleyecekti. Trabzonlular, onların arkasından baktı. Gidenler için dua edenler de vardı, lanet okuyanlar da.  Ama herkes biliyordu ki, o günler artık unutulmaz bir anı olmuştu. Onbinlerin “Thalassa ! Thalassa ! – Deniz Deniz” çığlığı hâlâ dağların tepesinde yankılanıyordu.  Trabzon çocukları yıllar sonra büyüdüklerinde “Bir gün denizden gelen binlerce yabancı bizim köylerimize geldi” diye anlatacaklardı.  Artık bu öykü, şehrin belleğine kazındı.

Onbinler için Trabzon, dönüş yolunun en önemli durağı olmuştu. Halk içinse, tarihin en tuhaf misafirliği... Bu karşılaşma, belki farklı kültürlerin çatıştığı ama aynı zamanda birbirine dokunduğu bir andı ve böylece “Thalassa ! - Deniz” çığlığıyla başlayan hikâye, Karadeniz’in dalgalarıyla sona erdi.  Ksenophon ve askerleri yollarına devam etti. Trabzonlular ise kendi yaşamlarına döndü.
Ama o çığlık, yüzyıllar boyunca hala şehrin, ormanlarında, Zigana dağlarında kıyılarıda yankılanmaya devam ederken, köklü gurbetçi Trabzonlular için Deniz, hep kurtuluşun sembolü olarak kaldı.

Not: Onbinler denen Yunan askerleri aslında MÖ 401’de Pers prensi Genç Kyros, ağabeyi II. Artakserkses’e karşı taht mücadelesi için paralı asker topladı. Çoğu Yunanlı hoplitlerden (ağır zırhlı piyade) oluşan yaklaşık 13.000 asker Kyros’un ordusuna katıldığında 10.400 hoplit (ağır zırhlı piyade) ve yaklaşık 2.500 peltast (hafif piyade, okçu, mızrakçı) bulunuyordu.

 

Fakat Kunaksa Savaşı’nda (MÖ 401) Kyros ölünce, ordu sahipsiz kaldı. Persler Yunan baş komutanları hileyle öldürünce daha sonra tarihçi yazar olacak - Ksenophon ve birkaç komutan öne çıkarak ordunun liderliğini üstlendi.

Uzun ve meşakkatli takipte yapılan Savaşlar, açlık ve ihanetler nedeniyle askerlerin sayıları hızla azaldı.  Geri Dönüş yoluna çıkanların sayısı yaklaşık 10.000 kişi  olduğundan Ksenophon’un eseri “Anabasis – Onbinlerin Dönüşü” adını aldı. Dağları, çölleri, düşman saldırılarını aşan ordu, nihayet Zigana tepesinden Karadeniz kıyısına ulaştığında hâlâ yaklaşık 8–9 bin kişilik bir güçtü.  Trabzon (Trapezus-Trapezunda) yakınında denizi gördüklerinde attıkları çığlık tarihe “Thalassa! Thalassa!” – Deniz! Deniz! Diye geçmişti….

 

 

 

Yazıya ifade bırak !
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.