T
ürkiye’nin akademik “kobra çiftlikleri”
Çağrı Mert Bakırcı - 15.08.2025 Gazete Oksijen
Akademisyenlerimizin şüpheli atıf davranışlarıyla dünyada nam salmalarının ardında, YÖK’ün “teşvik” sistemi var. YÖK bir yandan nicel performansı ödüllendirirken, diğer taraftan “güvensiz” yayınları frenlemeye çalışıyor. Bu da bana İngiliz sömürgesi döneminde Hindistan’da ölü yılan başına verilen ödülü almak için kurulan kobra çiftliklerini hatırlatıyor... Güven; bir toplumun ayakta kalmasını sağlayan temel harç... Doktora gittiğinizde size yazdığı reçeteye, çocuğunuzu emanet ettiğiniz öğretmene, oturduğunuz binayı inşa eden mühendise güvenirsiniz. Neden? Çünkü o unvanları hak ettiklerini varsayarsınız. Bu varsayımın temelinde de o diplomaları veren kurumların dürüstlüğü yatar: Üniversiteler.
Ancak kısa bir süreliğine de olsa gündemi meşgul etmiş olan diploma krizi gibi, kapalı kapılar ardında pişmekte olan ve çok nadiren haberlere konu olan bir kriz daha var: Akademik güvenilirlik krizi… Ve bu kriz, dünya çapında çok hızlı şekilde bir balona dönüştü ve çok yakında gürültüyle patlayacak. Korkarım Türkiye’de bu krizin boyutları dünya ortalamasının da çok ötesinde…
Olayın özü şu ki bilimde güven zinciri hızla kırılıyor ve dilimizden düşmeyen liyakat her geçen gün biraz daha metaya dönüşüyor. Artık hepinizin bildiği üzere, akademik unvanlar internetten ayakkabı sipariş eder gibi satın alınabiliyor; ama bundan da öte, akademiye hasbelkader “dürüst” yollarla girmiş akademisyenler bile, deneyimledikleri baskı dolayısıyla ve kimi durumda da belli bir pozisyona gelebilmiş olmalarına rağmen o pozisyonun ağırlığına denk bir liyakate sahip olmadıkları için gitgide daha da etik-dışı yöntemlere başvuruyorlar.
Artık bireysel değil endüstriye dönüştü
Ne yazık ki bu, birkaç öğrencinin ödevinde yaptığı intihalden ibaret değil: Dünya genelinde öğrenciler arasında yapılan anketler, %60 ila %95 arasının kariyerlerinin bir noktasında kopya çekme veya intihal gibi dürüst olmayan davranışlarda bulunduğunu kabul ettiğini gösteriyor. Ama artık karşımızda bireysel etik ihlaller yok; sahtekarlığın endüstrileştiği, organize ve ticari bir yapı var. Manzara o kadar vahim ki, her şeyin bir fiyat etiketi var: Yüksek lisans tezi 30 bin TL, doktora 100 bin TL. Hatta 500 bin TL’ye “Doçentlik Paketi” adı altında, yayın garantili, anahtar teslim hizmet sunan bir “sektör” oluşmuş durumda.
Bu organize sahtekarlık şebekesini anlamak için, bir sahte lüks çanta pazarını düşünün.
Her şeyden önce, resmen “Makale Fabrikaları” kurulmuş halde. Bunları, Türkiye’de epey popüler olan o sahte çantaları üreten merdiven altı atölyeler gibi düşünebilirsiniz. Bunların tek farkları, ürettikleri ürünün “bilimsel makaleler” olması... Ve bilimsel makale, bilimin kutsal yapı taşı gibidir; çünkü bilim insanları bulgularını bilimsel makaleler üzerinden dürüstçe ilan ederler ki diğer bilim insanları onların bulgularını okuyabilsin, uygulayabilsin, yineleyebilsin ve sonuçlarını tekrar edebilsin (veya yanlışlayabilsin). Ne var ki bir araya gelerek “bilim” dediğimiz o muhteşem yapıyı oluşturan makaleler, artık endüstriyel bir şekilde üretilmeye ve satılmaya başlandı: Yapay zeka kullanarak şablon metinler hazırlıyorlar, laboratuvar görsellerini manipüle ediyorlar, tamamen uydurma verilerle bir dolu makale üretiyorlar. Ve bu sahte ürünler üzerindeki yazarlıkları, binlerce dolara satıyorlar.
Sahtekarlığın ikinci ayağı, “Yağmacı Dergiler”. Bunlar da o sahte çantaların satıldığı gösterişli ama içi boş dükkanlar... Bunlar, akademisyenlere “Makalenizi 24 saatte yayınlayalım” gibi vaatlerle geliyorlar. Ancak dürüst bir akademik dergide olanın aksine, bunların derdi yayınlayacakları çalışmanın bilimsel değeri değil; sizden alacakları ücret... Ortada kalite kontrolü yok, akran denetimi yok… Varsa da sadece göstermelik olarak var. Parayı veren, makaleyi yayınlar… Halbuki biliyorsunuz, akademik bir makaleyi diğer sıradan metinlere göre çok daha kıymetli ve özel yapan şey, sadece o makaleyi yazan tarafından değil, bağımsız 2 ila 5 akademisyen tarafından o makalenin okunup ölesiye eleştirilip yerin dibine sokulup çıkarılması sonrasında yapılan ve binbir emek gerektiren düzeltmeler sonucunda yayınlanmış olmasıdır. Ama yağmacı dergiler, bu değeri ayaklar altına alıp metalaştırmaktadır.
Birbirlerine atıf yaparak şişiriyorlar
Son olarak, bir de “Atıf Kartelleri” var. Bunlar da işin pazarlama ayağı... Tıpkı sahte sosyal medya takipçileri veya şişirilmiş yorumlar gibi, bir grup akademisyen anlaşıp birbirlerinin çalışmalarına yalandan atıfta bulunarak popülerliklerini şişirirler. Halbuki biliyorsunuz, bir makalenin değeri, o makalenin yazarı, süslü dili veya abartılı iddiaları ile değil, başka akademisyenlerce ne kadar sık test edildiği ve kaynak metin olarak kullanıldığına göre belirlenir. Ancak bu organik bir şekilde olmazsa da sadece metriklerini şişirmek isteyen akademisyenlerin birbirlerinin makalelerini yerli yersiz bir şekilde atıflamasıyla olursa, o zaman atıf sayısı da bir ölçüt olmaktan çıkar.
Bu, aslında küresel bir sorun. Örneğin Wall Street Journal’ın geçen hafta raporladığına göre sadece 2016 ile 2020 yılları arasında bu şekilde sahtekarlıklara dayalı yöntemlerle yayımlanan dergilerin sayısı her 1.5 yılda bir 2 katına çıktı! Akıl alır gibi değil! Örneğin dünyanın en büyük bilim yayıncılarından olan (ve bünyesinde 1600’den fazla dergi barındıran) Wiley, yaptığı bir inceleme sonucunda 11 bin 300’den fazla makaleyi yayından kaldırdı ve 19 dergisini sahtekarlık dolayısıyla kapatma kararı aldı. Benzer şekilde Taylor & Francis adlı bir diğer büyük yayıncı, bünyesindeki 2 bin 700’den fazla dergiden biri olan Bioengineered’ı “yağmacı dergi” uygulamaları dolayısıyla kapattı. Yakın geçmişte yayınlanan bir akademik makale, toplamda 2 bin 213 makalenin içinde geçen 4 bin 188 fotoğrafın birbirinden çalınarak, orijinal görselmiş gibi yayınlandığını ortaya koydu. Tüm bu sayılar kulağa çok gelse de, insanlığın akademik çıktısının yanında halen çok küçük sayılar. Ama işte, söz konusu bilim gibi hassas ve kıymetli bir uğraş olunca, bu sayılar bile kabul edilebilir gibi değil. Hem bu sayılar sadece bildiklerimiz. Daha bilmediğimiz ne sahtekarlıklar dönüyor?
Artık maalesef söylemeye gerek yok ama, işin Türkiye’deki boyutu çok daha korkutucu boyutlarda. Üniversitelerimizde üretilen her üç lisansüstü tezden birinde (%34 civarında) “ağır intihal”, yani bilgi hırsızlığı tespit ediliyor. Daha da çarpıcısı, Stanford Üniversitesi’nin bir çalışması. Kariyerinin başında anormal derecede hızlı yükselen, şüpheli atıf davranışları sergileyen yazarlar listesinde Türkiye, dünya ikincisi. Çin’den hemen sonra geliyoruz. Bu, sahtekarlığın bizde ne kadar sistemik ve normalleşmiş bir hal aldığının uluslararası tescilidir.
Peki neden? Akademisyenler neden bu yollara başvuruyor? Cevap, sistemin kendisinde yatıyor. Akademide meşhur bir laf vardır: “Publish or Perish”. Yani “Ya Yayın Yap ya da Yok Ol”. Bundan sadece 100 yıl önce olanın aksine, günümüzde akademisyenler sahalarında yetkinlik iddiasında bulunabilmek ve devletten fon kapabilmek için durmadan makale yayınlama baskısı altında yaşıyorlar. Üniversitelere gelen kaynaklar da yayın sayısı ve atıf sayısı gibi metriklerden etkilendiği için, üniversite yöneticileri de akademisyenler üzerinde muazzam bir baskı kuruyorlar. Bu baskının üstesinden gelemeyen akademisyenler (hele ki ahlaksızlığa da eğilimleri varsa) bu sayıları kolay yoldan şişirmeye çalışıyorlar. Özellikle de Türkiye’de bu baskı “Akademik Teşvik Ödeneği” gibi anlamsız mekanizmalarla adeta dopinglenmiş durumda. Sistem diyor ki: “Ne yayınladığın değil, kaç tane yayınladığın önemli. Puan topla, ödeneği kap.” Bilim gibi bir uğraş için bu ne feci, ne acımasız bir yaklaşım, düşünebiliyor musunuz?
Bu durum, bana “Kobra Etkisi” denen bir vakayı hatırlatıyor. İngiliz sömürge döneminde Hindistan’da kobra yılanları çoğalınca, vali şehirdeki yılanları azaltmak için getirilen her ölü kobra başına ödül vaat eder. Sonuçta ne olur? Girişimci Hintler, kolay yoldan para kazanmak için kobra çiftlikleri kurmaya başlarlar. Vali durumu fark edip ödül programını iptal ettiğinde ise çiftlik sahipleri ellerindeki değersizleşen yılanları sokağa salarlar ve kobra sorunu eskisinden çok daha kötü hale gelir.
Üretimin yerini puan yarışı aldı
İşte Türkiye’deki akademik teşvik sistemi de tam olarak bu etkiyi yaratmıştır. Teşvik ödeneği “ödül”, sahte ve kalitesiz yayınlar ise “kobralar”dır. Sistem, kalite yerine niceliği ödüllendirerek, kendi kobra çiftliklerini (yani makale fabrikalarını ve yağmacı dergileri) yaratmıştır. Amaç bilgi üretmek değil, puan toplamak haline gelmiştir.
Burada trajikomik bir paradoks yaşıyoruz. Sistemi yöneten Yükseköğretim Kurulu (YÖK), aynı anda hem yangını körükleyen hem de itfaiyecilik oynamaya çalışan bir kurum konumunda. Kağıt üzerinde (de jure) baktığınızda, Türkiye’nin yasal çerçevesi güçlü. 2547 Sayılı Kanun’a göre intihal, meslekten çıkarma sebebidir. TÜBİTAK’ın dergi kriterleri, etik kurullar var. Ancak fiiliyatta (de facto), sistemik baskı o kadar yoğun ki, kuralların etrafından dolaşmak, kurallara uymaktan daha “rasyonel” bir davranış haline gelmiş.
YÖK bir eliyle nicel performansı ödüllendiren teşvik sistemiyle gaz pedalına basarken (yani “kobra ödülünü dağıtırken”), diğer eliyle yağmacı dergileri yasaklayarak veya disiplin yönetmelikleriyle frene basmaya çalışıyor (yani “sokaktaki kobraları toplamaya çalışıyor”). Bu, kendi kendini baltalayan, verimsiz bir döngüden öteye gidemiyor.
Söylemeye gerek yok ama, bu böyle gitmez. Sadece semptomları tedavi ederek bu hastalığı durduramayız. Belirli dergileri yasaklamak çözüm değil; talep olduğu sürece arz kendini yenileyecektir. Asıl sorun, “akademik başarı” tanımını sadece sayılabilir çıktılara indirgemiş olmamızdır.
Çözüm için yapılması gereken şey, Türkiye’deki birçok sorunun tedavisi olan radikal bir zihniyet değişikliği: Teşvik ve yükselme sistemini kökten değiştirmemiz gerek. Niceliği değil; araştırmanın kalitesini, etkisini, özgünlüğünü ve en önemlisi dürüstlüğü ödüllendiren bir sisteme geçmek zorundayız. Bunu yapmadığımız sürece, akademik kobra çiftlikleri çalışmaya devam edecek ve bilimin ışığı yerine sahtekarlığın gölgesinde yaşamaya mahkum olacağız.
Böyle bir lüksümüz yok.