Bu şehir güzelse senin yüzünden...
Nazım Hikmet
Bazı şehirler vardır, ne büyüklükleri bir kıtaya sığar ne de güzellikleri. O şehirler bir tanedir. Ve ben o şehri anlatmağa çalışacağım sizlere bugün. Belki biraz da haddimi aşmış olacağım ama mütevazi biri olduğumu kabul edecek olan yüce gönüllülüğünüze sığınıyorum. Yine de kimsin sen de İstanbul’u anlatacaksın diye soranlara da kızmayacağım ama. Öyle ya, Orhan Veli misin sen diye sorarlar adama. Yahya Kemal misin, Vedat Türkali mi..? Attila İlhan mısın, Nazım Hikmet mi..? Hiçbiri değil, üstelik sıradan bir şair bile değil. Sıradan ortalama bir köylü. Harbi lan..! Ben kimim de uğruna en çok savaşılan; hakkında en çok şiir yazılan, en çok roman yazılan, en çok film çekilen bir şehri anlatacağım. O zaman gelin konumuzu revize edelim ve İstanbul’da yaşamak kısmını anlatalım sadece…
Taşı toprağı altın diyerek İstanbul’a define aramaya gelen define avcısı kılıklı düzen adamlarını yaşamlarını uzun uzun anlatarak herkesin düştüğü yanlışın içine düşmeyelim ama. Hem o tanıdık bildik hikayeleri anlatmak da herkesin yapacağı iş olur ki geçtik zaten. Yaşamak için İstanbullu olanların hayatlarına bakıyoruz sadece…
O hayatlar gidip başka şehirlerde çalışıp para kazanıp, sonra gelip İstanbul’da yaşayan şanslıların hayatlarıdır. Başkaları da vardır elbette. Yani ununu eleyip eleğini astıktan sonra İstanbul’a yaşamak için gelenler de vardır, benim gibi ununu elemeden eleğini asıp gelenler de…
Eleğini asmadan gelenlere de bir çift sözümüz olacak. Çocuklarınızı da başka şehirlerde sevip büyütün torunlarınızı da. Başka şehirlerde okula gitsinler. Hatta mümkünse ki mümkün olsun, sevgilinizi bile başka şehirlerde sevin. Çünkü İstanbul çok kıskanç bir sevgili. Kıskançlığı neyse de çok da bencil. En iyi dostun da ben olacağın diyor biricik sevgilin de. Beni hayatına sığdıracaksan başkasına yer bırakmam o hayatta diyor….
Ama her şeye rağmen bütün bencilliklerini mükemmel birer üstünlük olarak sunan müthiş bir zenginlik, köklü bir tarih. 573 yıllık bozma çalışmalarımıza hatta ihanetlerimize rağmen hala çok güzel. Hatta dünyanın en güzeli...
Bir şehirde yaşamakla o şehiri yaşamak arasındaki farkın, yaşamakla yaşamamak arasındaki fark kadar büyük olduğunu anlamak için bir yaşam harcamak gerekmesin her zaman. O yüzden İstanbul’da yaşamakla kalmayın İstanbul’u yaşayın diyeceğim haddime yaklaşarak. İliklerinize kadar hissederek hem de…
Mesela bütün tepelerinden bakın ona. Bütün köprülerinden geçin. Bütün duraklarından binin bütün duraklaronda inin. Bütün müzelerinden tarihe, Deniz Müzesi’nden Osmanlı’nın nasıl batırıldığına bakın...
Bütün minarelerinin şerelerinden ezan okuyun mesela. Bütün parklarında kitap okuyun. Özellikle Gezi Parkı’nda Gazi Mustafa Kemal’le. Gülhane Parkı’nda bir ceviz ağacının tepesinde Nazım’la şiir okuyun. Aşiyan’da Attila İlhan’la İstanbul Ağrısı çekin derinden...
Sonra gidin Kuzguncuk’ta Can Yücel’in evinde rakı için. “Yeter, hadi kalkın gidin” desin size Can baba. Sonra Üsküdar İskelesi’ne kadar yürüyün Ara Güler ve Sunay Akın’la...
Bütün karanlık sokaklarında Vedat Türkali’yi arayın. Yorulunca oturup dinlenirken yedi tepesinde, salkım salkım tan yellerine bırakın saçlarınızı. Savrulsunlar binbir direkli Haliç’e doğru...
Yani siz İstanbul’da yaşamayın bırakın İstanbul sizde yaşasın. Beceremiyorsanız tasınızı tarağınızı toplayın gidin, köyünüzün yağmurlarında yıkanın. Ancak öyle ışık olabileceksiniz ruhunuzdaki karanlığa...